PSİKOLOJİK DANIŞMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PSİKOLOJİK DANIŞMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2014 Perşembe

İYİ DİLEK VE TEMENNİLER



Bu aralar, daha önce de bahsettiğim gibi ölçeğime gelen yanıt sayısını her gün merakla takip ediyorum. Bilgisayarımı açtığımda yaptığım ilk işlerden biri Google Drive'ı açıp yanıtlara bakmak. Sayı arttıkça bendeki heyecan ve sevincin bu derece olabileceğini bilmezdim. İnsan kendisi ile ilgili yeni şeyler öğreniyormuş (Bak. Kendimize Açılan Pencere).

Ölçeği hazırlarken, sistemin elverdiği şekilde tek bir sayfaya sığdırmaya çalıştım. Bu esnada, çok da bilinçli olmayan bir şekilde bir metin kutucuğunu da sayfa sonuna eklemiş bulundum. Ölçeği gönderdiğim ilk günden beri bazı katılımcılar, bu kutucuğa kendi görüşlerini yazmış durumdalar. Ölçeğe yönelik motive edici, destekleyici, öneriler ileten bir sürü mesajım var hiç tanımadığım insanlardan. Ölçeği açtığımda, en heyecanla baktığım kısımlardan biri, istatistiki veri olarak gelen demografik bilgiler kadar bu kısım. Zahmet edip, zaman ayırıp ölçeği doldurdukları yetmiyormuş gibi bir de görüş yazmaları inanılmaz değerli benim için. E-postaları sistemde tekrar bana dönmediği için, isim belirtmeyenlere teşekkür etme fırsatım olamıyor ama içten içe çok teşekkür ediyorum. Buraya da yazayım istedim.

İYİ DİLEK VE TEMENNİLER



Bu aralar, daha önce de bahsettiğim gibi ölçeğime gelen yanıt sayısını her gün merakla takip ediyorum. Bilgisayarımı açtığımda yaptığım ilk işlerden biri Google Drive'ı açıp yanıtlara bakmak. Sayı arttıkça bendeki heyecan ve sevincin bu derece olabileceğini bilmezdim. İnsan kendisi ile ilgili yeni şeyler öğreniyormuş (Bak. Kendimize Açılan Pencere).

Ölçeği hazırlarken, sistemin elverdiği şekilde tek bir sayfaya sığdırmaya çalıştım. Bu esnada, çok da bilinçli olmayan bir şekilde bir metin kutucuğunu da sayfa sonuna eklemiş bulundum. Ölçeği gönderdiğim ilk günden beri bazı katılımcılar, bu kutucuğa kendi görüşlerini yazmış durumdalar. Ölçeğe yönelik motive edici, destekleyici, öneriler ileten bir sürü mesajım var hiç tanımadığım insanlardan. Ölçeği açtığımda, en heyecanla baktığım kısımlardan biri, istatistiki veri olarak gelen demografik bilgiler kadar bu kısım. Zahmet edip, zaman ayırıp ölçeği doldurdukları yetmiyormuş gibi bir de görüş yazmaları inanılmaz değerli benim için. E-postaları sistemde tekrar bana dönmediği için, isim belirtmeyenlere teşekkür etme fırsatım olamıyor ama içten içe çok teşekkür ediyorum. Buraya da yazayım istedim.

14 Şubat 2014 Cuma

YOLCULUK VE DEĞİŞEN RUH HALİM

Yolcu olma hallerim değişkendir benim. Gitmek istediğim bir yere, özlediklerimin ve sevdiklerimin yanına gidiyorsam pamuk şekeri kıvamında biri oluveriyorum ya da kendimi öyle hafif hissediyorum. Gerçi, pamuk şekerin içine bile keyif verici maddeler koyup okul önlerinde sattıklarını duyduğum günden beri, pamuk şekerinden bile çekinir oldum o ayrı! Neyse konuyu dağıtmayayım, isteğe bağlı yolculuklarımda, yanımdaki yolcunun gereksiz sohbet girişimlerine bile tahammül gösterir, sorularını kısa cevaplarla geçiştirmemeye çalışırım. Yol boyunca, kitap okumak da yolculuğun artılarından olur, yanıma kar kalır. 
Aynı ben, zorunluluktan yola çıkmışsam yanımdaki yolcunun fazladan kapladığı her santimin hesabını yapar, bana bulaşmasın diye cama bakar, kesik kesik cevaplar veririm. Yolculuk bitmek bilmez, uzadıkça uzar. Aynı yoldan geçen dönüş arabalarına imrenen gözlerle bakarım. Vasıta ve yolcu aynı olsa da, güzergah değişince ruh halim, ortama uyum sağlama eşiğim birden değişiveriyor. Alerjik bünyem bile daha fazla tepki veriyor farklı güzergahlara. Öksürme ve hapşırma nöbetlerim nüksediyor, klima sanki bir başka üfürüyor. Sözün özü, değişken ruh halinden muzdarip terzi, kendi söküğünü dikemiyor. Hayata farklı bir pencereden bakıyor ayrı güzergahlarda.


YOLCULUK VE DEĞİŞEN RUH HALİM

Yolcu olma hallerim değişkendir benim. Gitmek istediğim bir yere, özlediklerimin ve sevdiklerimin yanına gidiyorsam pamuk şekeri kıvamında biri oluveriyorum ya da kendimi öyle hafif hissediyorum. Gerçi, pamuk şekerin içine bile keyif verici maddeler koyup okul önlerinde sattıklarını duyduğum günden beri, pamuk şekerinden bile çekinir oldum o ayrı! Neyse konuyu dağıtmayayım, isteğe bağlı yolculuklarımda, yanımdaki yolcunun gereksiz sohbet girişimlerine bile tahammül gösterir, sorularını kısa cevaplarla geçiştirmemeye çalışırım. Yol boyunca, kitap okumak da yolculuğun artılarından olur, yanıma kar kalır. 
Aynı ben, zorunluluktan yola çıkmışsam yanımdaki yolcunun fazladan kapladığı her santimin hesabını yapar, bana bulaşmasın diye cama bakar, kesik kesik cevaplar veririm. Yolculuk bitmek bilmez, uzadıkça uzar. Aynı yoldan geçen dönüş arabalarına imrenen gözlerle bakarım. Vasıta ve yolcu aynı olsa da, güzergah değişince ruh halim, ortama uyum sağlama eşiğim birden değişiveriyor. Alerjik bünyem bile daha fazla tepki veriyor farklı güzergahlara. Öksürme ve hapşırma nöbetlerim nüksediyor, klima sanki bir başka üfürüyor. Sözün özü, değişken ruh halinden muzdarip terzi, kendi söküğünü dikemiyor. Hayata farklı bir pencereden bakıyor ayrı güzergahlarda.


5 Şubat 2014 Çarşamba

BİLİME HİZMET, BİR ZAHMET!


Uzun bir zamandır harıl harıl madde yazmakla uğraştığım ölçek, son halini alıp Google Drive'da afili bir formata da yerleştirilip bilimin hizmetine sunulmaya hazır halde son 2 haftadır. Bir sürü e-posta adresine özenle, sabırla, sistem arızalarına dirençle, kafayı yiyen bilgisayarıma tahammülle (Murphy!) gönderdiğim yüzlerce mesajdan cevap gelmesini bekler vaziyetteyim o gün bugündür. 

Birilerine bağlı olmayı severim de, olay bağımlılık olunca tahammül sınırlarım zorlanıveriyor. Arkadaşlarım, hocalar falan da nazlarının geçtiklerine gönderiyor ölçeği ama olay bilime hizmet olunca, yetişkin bireylerde "Bu çok uzun", "20 dakikadan fazla sürer." gibi yakınmalar duyuyoruz. Bir de, bir ölçeği doldurmayı üşenen insanların karşılarında onlara danışmaya gelmiş danışanlarına empati, koşulsuz kabul, saygı ile yaklaşması gereken psikolojik danışmanlar olması da ironik, trajikomik, sinir bozucu, tahammül fersah...


Sözün özü, her gün heyecanla bilgisayar karşısına geçip kaç kişinin ölçeği doldurduğuna bakmakta, asker yolu bekleyenler misali sabır timsali bir kişi olmaya cebelleşmekte, bu ülkede bilimsel yayınların sayısının niye az olduğunu bir kez daha anlamakta, psikolojik danışmanların araştırmalara yanıt vermekte cimri olduğunu söyleyen hocalarımın kulaklarını çınlatmakta, şu ölçeği analize sokma sürecini iple çekmekteyim sevgili günlük ve sayın okuyucular...

BİLİME HİZMET, BİR ZAHMET!


Uzun bir zamandır harıl harıl madde yazmakla uğraştığım ölçek, son halini alıp Google Drive'da afili bir formata da yerleştirilip bilimin hizmetine sunulmaya hazır halde son 2 haftadır. Bir sürü e-posta adresine özenle, sabırla, sistem arızalarına dirençle, kafayı yiyen bilgisayarıma tahammülle (Murphy!) gönderdiğim yüzlerce mesajdan cevap gelmesini bekler vaziyetteyim o gün bugündür. 

Birilerine bağlı olmayı severim de, olay bağımlılık olunca tahammül sınırlarım zorlanıveriyor. Arkadaşlarım, hocalar falan da nazlarının geçtiklerine gönderiyor ölçeği ama olay bilime hizmet olunca, yetişkin bireylerde "Bu çok uzun", "20 dakikadan fazla sürer." gibi yakınmalar duyuyoruz. Bir de, bir ölçeği doldurmayı üşenen insanların karşılarında onlara danışmaya gelmiş danışanlarına empati, koşulsuz kabul, saygı ile yaklaşması gereken psikolojik danışmanlar olması da ironik, trajikomik, sinir bozucu, tahammül fersah...


Sözün özü, her gün heyecanla bilgisayar karşısına geçip kaç kişinin ölçeği doldurduğuna bakmakta, asker yolu bekleyenler misali sabır timsali bir kişi olmaya cebelleşmekte, bu ülkede bilimsel yayınların sayısının niye az olduğunu bir kez daha anlamakta, psikolojik danışmanların araştırmalara yanıt vermekte cimri olduğunu söyleyen hocalarımın kulaklarını çınlatmakta, şu ölçeği analize sokma sürecini iple çekmekteyim sevgili günlük ve sayın okuyucular...

6 Ocak 2014 Pazartesi

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

5 Ocak 2014 Pazar

KENDİMİZE AÇILAN PENCERE


Lisans ve lisansüstü eğitim açısından disiplinler arası bir öğrenim sürecim olsa da, eğitimlerin ortak başlıklarından biri, "Kendini Tanıma Penceresi" idi. Hatta, bilimsel hazırlık evremde bu konu ile ilgili sorulmuş soruya lisans bilgilerimle cevap verebilmiştim. Doğum günüm yaklaştığından mıdır nedir, bu aralar bu pencere aklıma yeniden düştü. 

Bahsettiğim pencere, sadece sınavdan puan almaya yarayan bir pencere değil. Johari'nin Penceresi adı ile de anılan pencere, dört bölmeden oluşuyor. Yukarıdaki şekil çok daha net anlatacaktır ama özetle, 
                         -Kendimizle ilgili bildiklerimiz ama başkalarının haberdar olmadıkları
                         - Hem bizim hem de başkalarının bizimle ilgili bildikleri
                        - Başkalarının bizimle ilgili bildikleri ama bizim için muamma olan yönlerimiz
                          -Hem kendimiz hem de başkaları için sır olan yönlerimiz, bu pencereyi oluşturuyor. İşin ilginci, her birey "biricik" olduğundan pencerenin bölmeleri de, her birey için farklı boyutlarda olabiliyor. Bu hayali pencereyi, bir kağıda kendimiz için çizip, üstünde kalem oynatıp düşünmek, etrafımızdakilere bizimle ilgili keşiflerini sormaya başlamak (çevremizdekilerin söz ve davranışlarından bu güne kadar bizimle ilgili keşfettiklerini çözemediysek!),"bilinmeyen alan"ımızın ne kadar geniş olduğunu sorgulamak bulmaca tadında deneyimler olabilir. 


KENDİMİZE AÇILAN PENCERE


Lisans ve lisansüstü eğitim açısından disiplinler arası bir öğrenim sürecim olsa da, eğitimlerin ortak başlıklarından biri, "Kendini Tanıma Penceresi" idi. Hatta, bilimsel hazırlık evremde bu konu ile ilgili sorulmuş soruya lisans bilgilerimle cevap verebilmiştim. Doğum günüm yaklaştığından mıdır nedir, bu aralar bu pencere aklıma yeniden düştü. 

Bahsettiğim pencere, sadece sınavdan puan almaya yarayan bir pencere değil. Johari'nin Penceresi adı ile de anılan pencere, dört bölmeden oluşuyor. Yukarıdaki şekil çok daha net anlatacaktır ama özetle, 
                         -Kendimizle ilgili bildiklerimiz ama başkalarının haberdar olmadıkları
                         - Hem bizim hem de başkalarının bizimle ilgili bildikleri
                        - Başkalarının bizimle ilgili bildikleri ama bizim için muamma olan yönlerimiz
                          -Hem kendimiz hem de başkaları için sır olan yönlerimiz, bu pencereyi oluşturuyor. İşin ilginci, her birey "biricik" olduğundan pencerenin bölmeleri de, her birey için farklı boyutlarda olabiliyor. Bu hayali pencereyi, bir kağıda kendimiz için çizip, üstünde kalem oynatıp düşünmek, etrafımızdakilere bizimle ilgili keşiflerini sormaya başlamak (çevremizdekilerin söz ve davranışlarından bu güne kadar bizimle ilgili keşfettiklerini çözemediysek!),"bilinmeyen alan"ımızın ne kadar geniş olduğunu sorgulamak bulmaca tadında deneyimler olabilir. 


27 Aralık 2013 Cuma

TİK, MURPHY VE ERKEN GELEN YENİ YILIM


Bugün, nihayet Tez İzleme Komitesi geldi çattı. Üç akademisyenin karşısında, şimdiye kadar yaptıklarınızı sunup, yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir havası yaratma olayı TİK:) Ben "Tik tak, tik tak, TİK yaklaştı" ruh haline bürüneli epey bir zaman olmuştu, kaygı ve yorgunluktan tez ile bir şey yazıp (ölçek maddeleri dışında) okuyamama durumu da!

Sabahın köründe başlayan iş yaşamından sonra tez hocası ile görüşmeye gitme, düzeltmeler ve düzenlemeler yapma, arada bir şeyler atıştırıp yaşamak için yemek yemeyi unutmama ve akşam sekize kadar süren seminere katılma dünün özeti değil hala! Üstüne geliştirdiğim ölçek ile ilgili günler öncesinden dönüt verseler çok makbule geçecek olan hocalarımın, dönütü dün geceye bırakma iyilikleri:( Üstüne yeni düzeltmeler, flash belleğimin kaybolduğunu fark etmem, yazıcımın kartuşunun rahmetli olması ve Murphy Kanunları! Aç uyuma da cabası!

Sabah da, üç saatlik uyku sonrası erkenden gidip fotokopi işleri için okula koşturma, hocalara sunulacak ikramları alma, tez için odayı ayarlama süreci. Sonra, hocanın gelip bilgisayarı ayarlamamış olduğumu söylemesi! Günler öncesinden, her zaman olduğu gibi sunu yapıp yapmayacağımı sorduğumda "hayır" yanıtı almıştım ama bugün hocam böyle bir şey hatırlamıyordu! Bizde, bir yanlış anlama problemi hasıl oldu bu aralar:( Diğer hoca da, ben ayarları yaparken sıkıldı! Zaten önlerinde ölçeğin çıktısını hazır ettiğim için, süreç boyunca açtığım sunuya göz ucuyla bile bakılmadı desem yeri, yani gerilmekle kaldım. Neyse, gergin başladığım süreç iyi bitti, ölçeği son haline getirdik sayılır. Altı ay sonra yine  TİK var, bu süreç doktora bitene kadar altı ayda bir devam edecek. Dilime pelesenk olan bir laf var:" Ben bitmeden, tezim bitsin!" 

DİPNOT/DERİN NOT(LAR):
-Doktoraya başlanmadan önce iki kere düşünülmeli. Aksi takdirde, başlanınca harcanan zamana ve emeğe acıyıp bırakılmıyor. Bir de başladığınız işi yarım bırakmama takıntınız varsa işiniz zor.
-Tek işiniz öğrencilik değilse, gün 24 saat olmamalı!
- Okumanın yaşı vardır.
- Bu yazıda kendimi çok açtım galiba:)!!!
-Sabah, başarılar dilemek için arayan aileme ve arkadaşlarıma minnettarım. İyi ki varlar:)))))
- Yılın bu dönemlerinde, bir jüri görmesem rahat edemiyorum iki yıldır:) Dolayısıyla, benim için yeni yıl erken gelmiş oldu yine!

TİK, MURPHY VE ERKEN GELEN YENİ YILIM


Bugün, nihayet Tez İzleme Komitesi geldi çattı. Üç akademisyenin karşısında, şimdiye kadar yaptıklarınızı sunup, yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir havası yaratma olayı TİK:) Ben "Tik tak, tik tak, TİK yaklaştı" ruh haline bürüneli epey bir zaman olmuştu, kaygı ve yorgunluktan tez ile bir şey yazıp (ölçek maddeleri dışında) okuyamama durumu da!

Sabahın köründe başlayan iş yaşamından sonra tez hocası ile görüşmeye gitme, düzeltmeler ve düzenlemeler yapma, arada bir şeyler atıştırıp yaşamak için yemek yemeyi unutmama ve akşam sekize kadar süren seminere katılma dünün özeti değil hala! Üstüne geliştirdiğim ölçek ile ilgili günler öncesinden dönüt verseler çok makbule geçecek olan hocalarımın, dönütü dün geceye bırakma iyilikleri:( Üstüne yeni düzeltmeler, flash belleğimin kaybolduğunu fark etmem, yazıcımın kartuşunun rahmetli olması ve Murphy Kanunları! Aç uyuma da cabası!

Sabah da, üç saatlik uyku sonrası erkenden gidip fotokopi işleri için okula koşturma, hocalara sunulacak ikramları alma, tez için odayı ayarlama süreci. Sonra, hocanın gelip bilgisayarı ayarlamamış olduğumu söylemesi! Günler öncesinden, her zaman olduğu gibi sunu yapıp yapmayacağımı sorduğumda "hayır" yanıtı almıştım ama bugün hocam böyle bir şey hatırlamıyordu! Bizde, bir yanlış anlama problemi hasıl oldu bu aralar:( Diğer hoca da, ben ayarları yaparken sıkıldı! Zaten önlerinde ölçeğin çıktısını hazır ettiğim için, süreç boyunca açtığım sunuya göz ucuyla bile bakılmadı desem yeri, yani gerilmekle kaldım. Neyse, gergin başladığım süreç iyi bitti, ölçeği son haline getirdik sayılır. Altı ay sonra yine  TİK var, bu süreç doktora bitene kadar altı ayda bir devam edecek. Dilime pelesenk olan bir laf var:" Ben bitmeden, tezim bitsin!" 

DİPNOT/DERİN NOT(LAR):
-Doktoraya başlanmadan önce iki kere düşünülmeli. Aksi takdirde, başlanınca harcanan zamana ve emeğe acıyıp bırakılmıyor. Bir de başladığınız işi yarım bırakmama takıntınız varsa işiniz zor.
-Tek işiniz öğrencilik değilse, gün 24 saat olmamalı!
- Okumanın yaşı vardır.
- Bu yazıda kendimi çok açtım galiba:)!!!
-Sabah, başarılar dilemek için arayan aileme ve arkadaşlarıma minnettarım. İyi ki varlar:)))))
- Yılın bu dönemlerinde, bir jüri görmesem rahat edemiyorum iki yıldır:) Dolayısıyla, benim için yeni yıl erken gelmiş oldu yine!

19 Aralık 2013 Perşembe

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(