ARKADAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ARKADAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2014 Pazar

O. VELİ 100 YAŞINDA (O ÇUKUR OLMASAYDI, BELKİ !)

Dün bahsettiğim "Orhan Veli 100 Yaşında" adlı sergiye geçen cumartesi gittim. Kuzenimde kalırken evinde Internet bağlantısı ile ilgili sorun olduğundan ve benim telefonum da inadımdan hala akılsız olduğundan geçen hafta blogu öksüz bıraktım. 

Taksim'de arkadaşımı beklerken denk geldik sergiye. Yapı Kredi, hem sergiyi düzenlemiş hem de O.Veli kitaplarına %25 indirim başlatmış.Kitabevi kısmının hemen önünde inanılmaz bir kalabalık vardı, ben ukala ukala "Bu kalabalık sergi için olamaz!" dedim ve haklı çıktım:( Afro-Amerikalıların müzik eşliğinde dans gösterilerineymiş yoğun ilgi. Müzik de, dans da güzeldir  itirazım yok ama sergiler de dolsun taşsın (Pek bir sitemkar gördüm kendimi:) Kalabalığı yarıp kitapçıya uğradık önce, kitaplarımızı aldık (Hoşgör Köftecisi ve Yalnız Seni Arıyorum). Sonra sergi salonuna doğru İstiklal'i arşınladık. 

Dans gösterisine olan yoğun ilgi yoktu ama sergi salonu boş da değildi. Üniversiteli gençler ve orta yaş üzeri daha ilgi göstermiş durumdaydı, bir de biz, 30'larını süren aradakiler.

Sergide, O.Veli'nin ablası aracılığıyla ulaşılan fotoğraflar, el yazısıyla yazılan şiirler, çeviri taslakları, ölümü sırasında yanında olan eşyaları, kitapları ve dünkü yazıda gördüğünüz O.Veli'nin koltukta oturan heykeli vardı. Çok küçükken çekilmiş bir fotoğrafını gördüğümde, ölümün çocuklara hiç yakışmadığını düşündüm bir kez daha. O.Veli, hep çok başına buyruk ve sıradanlığı bile olağan dışı hale getiren bir isimdir benim için.

 Henüz 36 yaşındayken belediyenin açtığı bir çukura düşüp sonradan bunun etkisiyle beyin kanaması geçirip ölmesi de hep ona ve bizim ülkeye has bir ölüm olarak gelmiştir bana. Bu ülke için sıradan sayılabilecek, kolayca kaza diye adlandırılabilen bir ölüm; başka yerde olsa infial yaratırdı, olağan dışı sayılırdı. Gabriel Garcia Marquez'in öldüğü yaşı düşününce aklımdan bunlar geçti. O.Veli 100 yaşına kadar yaşasaydı daha neler yazardı diye merak etmeden ve ihmallerimize sinirlenmeden duramadım. 

O. VELİ 100 YAŞINDA (O ÇUKUR OLMASAYDI, BELKİ !)

Dün bahsettiğim "Orhan Veli 100 Yaşında" adlı sergiye geçen cumartesi gittim. Kuzenimde kalırken evinde Internet bağlantısı ile ilgili sorun olduğundan ve benim telefonum da inadımdan hala akılsız olduğundan geçen hafta blogu öksüz bıraktım. 

Taksim'de arkadaşımı beklerken denk geldik sergiye. Yapı Kredi, hem sergiyi düzenlemiş hem de O.Veli kitaplarına %25 indirim başlatmış.Kitabevi kısmının hemen önünde inanılmaz bir kalabalık vardı, ben ukala ukala "Bu kalabalık sergi için olamaz!" dedim ve haklı çıktım:( Afro-Amerikalıların müzik eşliğinde dans gösterilerineymiş yoğun ilgi. Müzik de, dans da güzeldir  itirazım yok ama sergiler de dolsun taşsın (Pek bir sitemkar gördüm kendimi:) Kalabalığı yarıp kitapçıya uğradık önce, kitaplarımızı aldık (Hoşgör Köftecisi ve Yalnız Seni Arıyorum). Sonra sergi salonuna doğru İstiklal'i arşınladık. 

Dans gösterisine olan yoğun ilgi yoktu ama sergi salonu boş da değildi. Üniversiteli gençler ve orta yaş üzeri daha ilgi göstermiş durumdaydı, bir de biz, 30'larını süren aradakiler.

Sergide, O.Veli'nin ablası aracılığıyla ulaşılan fotoğraflar, el yazısıyla yazılan şiirler, çeviri taslakları, ölümü sırasında yanında olan eşyaları, kitapları ve dünkü yazıda gördüğünüz O.Veli'nin koltukta oturan heykeli vardı. Çok küçükken çekilmiş bir fotoğrafını gördüğümde, ölümün çocuklara hiç yakışmadığını düşündüm bir kez daha. O.Veli, hep çok başına buyruk ve sıradanlığı bile olağan dışı hale getiren bir isimdir benim için.

 Henüz 36 yaşındayken belediyenin açtığı bir çukura düşüp sonradan bunun etkisiyle beyin kanaması geçirip ölmesi de hep ona ve bizim ülkeye has bir ölüm olarak gelmiştir bana. Bu ülke için sıradan sayılabilecek, kolayca kaza diye adlandırılabilen bir ölüm; başka yerde olsa infial yaratırdı, olağan dışı sayılırdı. Gabriel Garcia Marquez'in öldüğü yaşı düşününce aklımdan bunlar geçti. O.Veli 100 yaşına kadar yaşasaydı daha neler yazardı diye merak etmeden ve ihmallerimize sinirlenmeden duramadım. 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

LEYLEK HAVADA...GÖÇMEN KUŞ YOLLARDA...

Geçen perşembeden beri toplamda 3 bölge arasında yolculuk halinde olduğumdan, blog yazmak bir yana mesaj kutuma gelen 2 yorumu bile sonradan görüp cevaplayabildim (Teknik aksaklığı da bertaraf edip yorum almak çok iyi geldi:)
Bu mevsimde, göçmen kuşlar misali hafta sonlarına da olsa sıkıştırdığım mini tatiller yapma ihtiyacım hasıl olur.Kuzenime göre, bu mevsim benim "Paskalya Bayramı'm":) Bu sefer kaç haftadır, "Bu hafta uygun değil, sonra gideyim." dediğim İstanbul'a, 10 yılımı geçirdiğim vazgeçilmezime gittim. Çok da planlı olmadı bu seyahat. Akşam kuzenimle yazışırken "Yüz yüze konuşalım." dedik. O gelemiyordu,"Gel" dedi. Üstüne bir arkadaşım, ne zaman oraya gideceğimi sordu, zaten erteleyip duruyordum, geceden sırt çantamı hazırladım ama yorgun olursam gitmemeye karar veririm diye bilet falan ayırtmadım. Sabah kalktım, boynum tutuktu, okula gittim, bir enerji, bir enerji, okul sonrası atladım gittim terminale. Cuma günüm boş benim, perşembe akşam kurs vardı, ilk defa ektim vicdan azabı duyarak ama "Bu aralar hocalar bile ekiyor kursu!" diye de kendimi rahatlatarak. Züğürt tesellisi, kendini kandırma, adı neyse işte ondan:) Eğitim-öğretim işlerine bir mola verdim yani.


Pazar günü dönsem de, araya bol sohbetli,hasret gidermeli (10 ay olmuş!) gezmeli hatta bir de kültürel etkinlikli - Orhan Veli 100 yaşında sergisi, Onu da sonra anlatırım:)- bir tatil sıkıştırdım. Çok iyi geldi.Yetmedi, salı günü uzun zamandır beklediğim alerji testini olmaya doktora gittim, doktor astıma yatkınlık buldu, "Astımsınız diyemem ama değilsiniz de diyemem." mealli bir açıklama yaptı. Rapor aldım 2 gün, perşembe 1 Mayıs tatilini de fırsat bilip Zonguldak'a geldim nekahat evresinde. 1 saniye farkla hızlı treni kaçırdığım bir yolculukla ulaştım yuvaya. Murhpy eksik olmasın!


LEYLEK HAVADA...GÖÇMEN KUŞ YOLLARDA...

Geçen perşembeden beri toplamda 3 bölge arasında yolculuk halinde olduğumdan, blog yazmak bir yana mesaj kutuma gelen 2 yorumu bile sonradan görüp cevaplayabildim (Teknik aksaklığı da bertaraf edip yorum almak çok iyi geldi:)
Bu mevsimde, göçmen kuşlar misali hafta sonlarına da olsa sıkıştırdığım mini tatiller yapma ihtiyacım hasıl olur.Kuzenime göre, bu mevsim benim "Paskalya Bayramı'm":) Bu sefer kaç haftadır, "Bu hafta uygun değil, sonra gideyim." dediğim İstanbul'a, 10 yılımı geçirdiğim vazgeçilmezime gittim. Çok da planlı olmadı bu seyahat. Akşam kuzenimle yazışırken "Yüz yüze konuşalım." dedik. O gelemiyordu,"Gel" dedi. Üstüne bir arkadaşım, ne zaman oraya gideceğimi sordu, zaten erteleyip duruyordum, geceden sırt çantamı hazırladım ama yorgun olursam gitmemeye karar veririm diye bilet falan ayırtmadım. Sabah kalktım, boynum tutuktu, okula gittim, bir enerji, bir enerji, okul sonrası atladım gittim terminale. Cuma günüm boş benim, perşembe akşam kurs vardı, ilk defa ektim vicdan azabı duyarak ama "Bu aralar hocalar bile ekiyor kursu!" diye de kendimi rahatlatarak. Züğürt tesellisi, kendini kandırma, adı neyse işte ondan:) Eğitim-öğretim işlerine bir mola verdim yani.


Pazar günü dönsem de, araya bol sohbetli,hasret gidermeli (10 ay olmuş!) gezmeli hatta bir de kültürel etkinlikli - Orhan Veli 100 yaşında sergisi, Onu da sonra anlatırım:)- bir tatil sıkıştırdım. Çok iyi geldi.Yetmedi, salı günü uzun zamandır beklediğim alerji testini olmaya doktora gittim, doktor astıma yatkınlık buldu, "Astımsınız diyemem ama değilsiniz de diyemem." mealli bir açıklama yaptı. Rapor aldım 2 gün, perşembe 1 Mayıs tatilini de fırsat bilip Zonguldak'a geldim nekahat evresinde. 1 saniye farkla hızlı treni kaçırdığım bir yolculukla ulaştım yuvaya. Murhpy eksik olmasın!


17 Nisan 2014 Perşembe

AÇIK AİLE: HEM KADIN, HEM ERKEK AÇIKSA CEREYAN YAPAR!

Dün akşam, bir kaç yıldır oynayan ama biletleri hemen tükendiğinden izleyemediğim bir tiyatro oyununu yani Açık Aile'yi  izlemeye gittim. Yalnız başına gezmekten çok keyif alıp kendini oyalama konusunda sıkıntı yaşamayan biriyim ama sanırım bir oyuna ilk defa yalnız gidişimdi bu. 

Program yapıp biletleri almadan önce birbirimizi haberdar ettiğimiz, biletleri müsait alanın aldığı bir arkadaş grubum var. Bu kez, oyuna gitmeyi planladığımız arkadaşım, gözleri rahat görmediği için kalan yerlerden almaya cesaret edemedi, sahne amfi tiyatro tarzı eğimli değil çünkü oyunun oynadığı salonda. Öndeki kafalardan bazen sahneyi izlemek imkansızlaşıyor.Yine de, sezon bitmek üzereyken ben de oyunu kaçırmak istemedim ve bileti bir kaç hafta öncesinden önlerden ve en köşeden bulabildim.


Mesaiden sonra, yemek, üst baş değiştirme faslından sonra oyunun oynadığı Gençlik Merkezi'ne 45 dakika önceden gidip kendime çay ve tatlı keyfi yaptım önce. 

Ve perde!...(Burada, oyunun konusundan bahsedeceğim. İzleme şansı olmayanlar bilsin istedim ama izleyebilecek olanlar, okumayabilirler!)

Açık Aile, seyirciyi de, teknik ekibi de içine alan çok dinamik ve interaktif, iki kişilik bir oyun. Özellikle Özlem Boyacı harikalar yaratıyor. Eşini sürekli aldatan bir adam, aldatılmaya dayanamayıp sürekli intihar girişimine yeltenen bir kadın. Konu vahim olsa da, oyun komedi dolu. Adamın karısına açık aile sistemine uymalarını tavsiye etmesiyle curcuna başlıyor. Kadın önce zayıflamaya, diskolara gitmeye, etrafı kesmeye başlıyor. Bu arada, adamın da işleri tıkırında. Her sevgilisini eve getirme özgürlüğü var, bazılarına aşık oluyor, hamile kalmamaları için doktora götürmesini bile eşinden isteyecek kadar yüzsüzlük yapabiliyor, annesi gibi gördüğünü söylediği karısının değişim çabalarıyla dalga geçiyor. Ta ki kadın; iş bulup,  kendine ev tutup, bir de gerçekten aşık olana kadar! Atomla ilgili çalışmalar yapan, rockçı, gitar ve piyano çalan, kadın için şarkı yapan, birlikte olmak için kadının hazır olmasını bekleyen, romantik, 5 diplomalı Nobel'e aday bir profesöre. Adam, kendini bu yeni adamla kıyaslamaya ve kadına tekrar ilan-ı aşk etmeye başlıyor, başlıktaki sözü söylüyor, intihar edeceğini dile getirip duruyor. İşler tersine dönüyor yani! Kadın, kocasına kıyamayıp ona profesörün hayali olduğunu bile söylüyor ama gerçek anlaşılıyor, adam intihar ediyor sonunda. 

Kadına ve erkeğe biçilen toplumsal rolleri o kadar tempolu ve keyifli anlatan bir oyundan sonra, bu konuda tekrar kafa yormamak mümkün değil. Benim aklıma üşüşenler şunlar oldu:

- Erkeklerin, hayatlarındaki kadının bir başkasına aşık olma ihtimalinden ne denli etkilenebildikleri,
-Aşık olunan adamı daha üstün nitelikli olarak adlandırmışlarsa özgüvenlerinin çöktüğü, 
- Aldatılan kadınların suçu kendilerinde arayıp değişime kendilerinden başlama çabaları,
-İlişkiden gitmeye gönlü ya da mecali olmayanın gururunu ayaklar altına alabildiği ve bu yüzden kendisine saygısının kalmadığı,
-Kısasa kısasın özellikle yapan için can acıtıcı olabildiği, 
- Kadınların kendi ayakları üstünde durmasının ne kadar önemli olduğu,
-Açık aile sisteminin yaralar açabildiği,
-Aileye açık olmanın güzelliği ama açık ailenin kekremsi hali!


DİPNOT/DERİN NOT: Oyunun yazarları Dario Fo ve eşi Franca  Rame.







AÇIK AİLE: HEM KADIN, HEM ERKEK AÇIKSA CEREYAN YAPAR!

Dün akşam, bir kaç yıldır oynayan ama biletleri hemen tükendiğinden izleyemediğim bir tiyatro oyununu yani Açık Aile'yi  izlemeye gittim. Yalnız başına gezmekten çok keyif alıp kendini oyalama konusunda sıkıntı yaşamayan biriyim ama sanırım bir oyuna ilk defa yalnız gidişimdi bu. 

Program yapıp biletleri almadan önce birbirimizi haberdar ettiğimiz, biletleri müsait alanın aldığı bir arkadaş grubum var. Bu kez, oyuna gitmeyi planladığımız arkadaşım, gözleri rahat görmediği için kalan yerlerden almaya cesaret edemedi, sahne amfi tiyatro tarzı eğimli değil çünkü oyunun oynadığı salonda. Öndeki kafalardan bazen sahneyi izlemek imkansızlaşıyor.Yine de, sezon bitmek üzereyken ben de oyunu kaçırmak istemedim ve bileti bir kaç hafta öncesinden önlerden ve en köşeden bulabildim.


Mesaiden sonra, yemek, üst baş değiştirme faslından sonra oyunun oynadığı Gençlik Merkezi'ne 45 dakika önceden gidip kendime çay ve tatlı keyfi yaptım önce. 

Ve perde!...(Burada, oyunun konusundan bahsedeceğim. İzleme şansı olmayanlar bilsin istedim ama izleyebilecek olanlar, okumayabilirler!)

Açık Aile, seyirciyi de, teknik ekibi de içine alan çok dinamik ve interaktif, iki kişilik bir oyun. Özellikle Özlem Boyacı harikalar yaratıyor. Eşini sürekli aldatan bir adam, aldatılmaya dayanamayıp sürekli intihar girişimine yeltenen bir kadın. Konu vahim olsa da, oyun komedi dolu. Adamın karısına açık aile sistemine uymalarını tavsiye etmesiyle curcuna başlıyor. Kadın önce zayıflamaya, diskolara gitmeye, etrafı kesmeye başlıyor. Bu arada, adamın da işleri tıkırında. Her sevgilisini eve getirme özgürlüğü var, bazılarına aşık oluyor, hamile kalmamaları için doktora götürmesini bile eşinden isteyecek kadar yüzsüzlük yapabiliyor, annesi gibi gördüğünü söylediği karısının değişim çabalarıyla dalga geçiyor. Ta ki kadın; iş bulup,  kendine ev tutup, bir de gerçekten aşık olana kadar! Atomla ilgili çalışmalar yapan, rockçı, gitar ve piyano çalan, kadın için şarkı yapan, birlikte olmak için kadının hazır olmasını bekleyen, romantik, 5 diplomalı Nobel'e aday bir profesöre. Adam, kendini bu yeni adamla kıyaslamaya ve kadına tekrar ilan-ı aşk etmeye başlıyor, başlıktaki sözü söylüyor, intihar edeceğini dile getirip duruyor. İşler tersine dönüyor yani! Kadın, kocasına kıyamayıp ona profesörün hayali olduğunu bile söylüyor ama gerçek anlaşılıyor, adam intihar ediyor sonunda. 

Kadına ve erkeğe biçilen toplumsal rolleri o kadar tempolu ve keyifli anlatan bir oyundan sonra, bu konuda tekrar kafa yormamak mümkün değil. Benim aklıma üşüşenler şunlar oldu:

- Erkeklerin, hayatlarındaki kadının bir başkasına aşık olma ihtimalinden ne denli etkilenebildikleri,
-Aşık olunan adamı daha üstün nitelikli olarak adlandırmışlarsa özgüvenlerinin çöktüğü, 
- Aldatılan kadınların suçu kendilerinde arayıp değişime kendilerinden başlama çabaları,
-İlişkiden gitmeye gönlü ya da mecali olmayanın gururunu ayaklar altına alabildiği ve bu yüzden kendisine saygısının kalmadığı,
-Kısasa kısasın özellikle yapan için can acıtıcı olabildiği, 
- Kadınların kendi ayakları üstünde durmasının ne kadar önemli olduğu,
-Açık aile sisteminin yaralar açabildiği,
-Aileye açık olmanın güzelliği ama açık ailenin kekremsi hali!


DİPNOT/DERİN NOT: Oyunun yazarları Dario Fo ve eşi Franca  Rame.







14 Nisan 2014 Pazartesi

YANLIŞ KELİME: HIRS

TATİL DEYİNCE başlıklı yazımda anlatmıştım. Netteki oyunlara çok meraklı olmayan ben, "Kelimelik" adlı oyunu oynamaya başladım. Bu oyun, "scrabble" mantığının interaktif bir şekilde bilgisayar ya da telefon aracılığıyla oynanmasına dayalı. Kelime üretip beyin jimnastiği yapmak için birebir. 

Tatilden dönünce, çevremde de bu oyunu oynayan arkadaşlarım olduğunu öğrendim. Yabancılarla oynamaktansa, oyun üstüne geyik yapma şansımız da olsun ve aynı anda oyunun başına kurulalım diye birlikte oynuyoruz. Böylece, karşı tarafın atağını saatlerce beklemeden oyun oynamak mümkün olabiliyor. Birbirimize mesajlar iletebileceğimiz bir sohbet kısmının olması da cabası. Yoğunsak, uyuyacaksak, oyuna sonra devam etmek istiyorsak birbirimizi haberdar edebiliyoruz hatta yenene tebrik mesajları iletebiliyoruz.Oyunu oynayanların  kelime hazinesi kadar şansa da sahip olması gerekiyor. Öyle kelimeler üretebileceğiniz noktalarda, sesli harf gelmeyince bir şey yazmanız mümkün olamıyor. "Sesli gelmiyor!" diye dertleniyoruz. Genelde birbiriyle iletişim kurabilen, nazları birbirine geçen kişiler olunca rakipler, oyun çok keyifli çünkü bir yandan eğlenip, bir yandan da bulmaca çözer vaziyetteyiz. Birbirimizi motive de ediyoruz, "Bir dahakine olur." diyoruz. Buraya kadar her şey yolunda yani. Yalnız, grubumuzda bir arkadaşımız var ki, hırs küpü. Size sesli harf gelmezse, tepkisi "Teslim ol kısmına bas!", "Yazamayacaksan bekletme" falan oluyor. Genelde, onunla oynarken sesli harf fakiriyim ben. Kitap falan okumayı sevmediğini söyleyen bu arkadaşa sesli harf yağıyor ve kelimeleri art arda dizebiliyor, harf gelmeyince de hırslandığını ifade ediyor. Şansı rast gitsin ama ben, bir oyunu bile rekabet ortamına çevirdiği için onunla oynarken diğerleriyle oynarken aldığım keyfi almadığımı fark ediyorum bir süredir. Oyunu yavaştan oynayıp önce eş zamanlı oynadığım diğerlerine cevap verip, onun yeni oyun isteklerini görmezden gelebiliyorum. Galiba ben hayatımın her alanında azimli insanları sevdim ama hırslılardan uzak durmaya çalıştım. Bunu çoğu zaman bilinçli yaptım, ipleri koparma ihtiyacı duydum çünkü enerjimi sömürüyorlarmış gibi gelmiştir hep. Üniversitede "Kendi notlarımdan önce seninkine bakıyorum." diyen de, azmetse kendisiyle yarışacak ama hırsından başkasını hedef alan diğerleri de... 

YANLIŞ KELİME: HIRS

TATİL DEYİNCE başlıklı yazımda anlatmıştım. Netteki oyunlara çok meraklı olmayan ben, "Kelimelik" adlı oyunu oynamaya başladım. Bu oyun, "scrabble" mantığının interaktif bir şekilde bilgisayar ya da telefon aracılığıyla oynanmasına dayalı. Kelime üretip beyin jimnastiği yapmak için birebir. 

Tatilden dönünce, çevremde de bu oyunu oynayan arkadaşlarım olduğunu öğrendim. Yabancılarla oynamaktansa, oyun üstüne geyik yapma şansımız da olsun ve aynı anda oyunun başına kurulalım diye birlikte oynuyoruz. Böylece, karşı tarafın atağını saatlerce beklemeden oyun oynamak mümkün olabiliyor. Birbirimize mesajlar iletebileceğimiz bir sohbet kısmının olması da cabası. Yoğunsak, uyuyacaksak, oyuna sonra devam etmek istiyorsak birbirimizi haberdar edebiliyoruz hatta yenene tebrik mesajları iletebiliyoruz.Oyunu oynayanların  kelime hazinesi kadar şansa da sahip olması gerekiyor. Öyle kelimeler üretebileceğiniz noktalarda, sesli harf gelmeyince bir şey yazmanız mümkün olamıyor. "Sesli gelmiyor!" diye dertleniyoruz. Genelde birbiriyle iletişim kurabilen, nazları birbirine geçen kişiler olunca rakipler, oyun çok keyifli çünkü bir yandan eğlenip, bir yandan da bulmaca çözer vaziyetteyiz. Birbirimizi motive de ediyoruz, "Bir dahakine olur." diyoruz. Buraya kadar her şey yolunda yani. Yalnız, grubumuzda bir arkadaşımız var ki, hırs küpü. Size sesli harf gelmezse, tepkisi "Teslim ol kısmına bas!", "Yazamayacaksan bekletme" falan oluyor. Genelde, onunla oynarken sesli harf fakiriyim ben. Kitap falan okumayı sevmediğini söyleyen bu arkadaşa sesli harf yağıyor ve kelimeleri art arda dizebiliyor, harf gelmeyince de hırslandığını ifade ediyor. Şansı rast gitsin ama ben, bir oyunu bile rekabet ortamına çevirdiği için onunla oynarken diğerleriyle oynarken aldığım keyfi almadığımı fark ediyorum bir süredir. Oyunu yavaştan oynayıp önce eş zamanlı oynadığım diğerlerine cevap verip, onun yeni oyun isteklerini görmezden gelebiliyorum. Galiba ben hayatımın her alanında azimli insanları sevdim ama hırslılardan uzak durmaya çalıştım. Bunu çoğu zaman bilinçli yaptım, ipleri koparma ihtiyacı duydum çünkü enerjimi sömürüyorlarmış gibi gelmiştir hep. Üniversitede "Kendi notlarımdan önce seninkine bakıyorum." diyen de, azmetse kendisiyle yarışacak ama hırsından başkasını hedef alan diğerleri de... 

11 Nisan 2014 Cuma

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

18 Mart 2014 Salı

RAPPORT DEDİKLERİ

Bazen 2, bazen de 3 hafta aralıklarla toplam 14 oturum sürecek Bilişsel Davranışçı Terapi Eğitimi kursumuzun ilk yarısını afiyetle tamamladık geçenlerde. Sabahtan okul, arada tez danışmanımla görüşme sonrası sadece yemek yeme molası sonrası kurs şeklindeki yoğun haftalardan sonra tez danışmanımla her hafta yüz yüze buluşmamaya başlayıp - ölçek hale yola gelince- biraz dinlenip kursa gidebilme dönemim başladı. Akşamları üçer saatlik oturumlarda alanının en iyi isimlerinden, dünyada da bu terapide yönetim kadrosunda yer almayı başarmış birinden yani Mehmet Hakan Türkçapar'dan alıyoruz henüz kuramsal aşamadaki kursumuzu. Okul ayarlarsa süpervizyonlu yani bir uzmanın denetimi- gözetimi altındaki eğitim ise sonraki süreç. 


Kursu alanının önemli bir isminden alıyoruz. Biz yani öğrenciler, akademisyenler, üniversitenin Psikolojik Danışma Merkezi çalışanları maaile, tüm arkdaşlar. Genel izlenimimiz, özellikle daha önce aynı isimden ücret karşılığı bu kursu alanların görüşü son birkaç haftaya kadar çok da olumlu değildi. Hocanın, bir elinin hep telefonunda olması, eski videoları izletmesi nedeniyle sanki dersi bir an önce bitirip Ankara'ya dönüvermek ister gibi  geliyordu bize. Son 2 oturumda ise, gözümüzdeki imajı birden değişiverdi. Aslında değişen, sınıfla iletişim kurmaya başlaması, espriler yapması, derse bizi de katmaya çalışması olmuştu. Psikolojik danışmada, "rapport" dediğimiz psikolojik danışman ve danışan arasındaki kabule, empatiye, saygıya dayalı olumlu ilişkiyi haftalar sonra kuruvermiş, dersin o sıkıcı havasını da, yorgunluk hissimizi de ortadan kaldırıvermiş oluverdi. Kişiler aynı olsa da, iletişim biçimi değişiverince olaylara bakış açımızın da hemen değişiverdiğini de uygulamalı görmüş olduk. Sen nelere kadirsin RAPPORT:)






RAPPORT DEDİKLERİ

Bazen 2, bazen de 3 hafta aralıklarla toplam 14 oturum sürecek Bilişsel Davranışçı Terapi Eğitimi kursumuzun ilk yarısını afiyetle tamamladık geçenlerde. Sabahtan okul, arada tez danışmanımla görüşme sonrası sadece yemek yeme molası sonrası kurs şeklindeki yoğun haftalardan sonra tez danışmanımla her hafta yüz yüze buluşmamaya başlayıp - ölçek hale yola gelince- biraz dinlenip kursa gidebilme dönemim başladı. Akşamları üçer saatlik oturumlarda alanının en iyi isimlerinden, dünyada da bu terapide yönetim kadrosunda yer almayı başarmış birinden yani Mehmet Hakan Türkçapar'dan alıyoruz henüz kuramsal aşamadaki kursumuzu. Okul ayarlarsa süpervizyonlu yani bir uzmanın denetimi- gözetimi altındaki eğitim ise sonraki süreç. 


Kursu alanının önemli bir isminden alıyoruz. Biz yani öğrenciler, akademisyenler, üniversitenin Psikolojik Danışma Merkezi çalışanları maaile, tüm arkdaşlar. Genel izlenimimiz, özellikle daha önce aynı isimden ücret karşılığı bu kursu alanların görüşü son birkaç haftaya kadar çok da olumlu değildi. Hocanın, bir elinin hep telefonunda olması, eski videoları izletmesi nedeniyle sanki dersi bir an önce bitirip Ankara'ya dönüvermek ister gibi  geliyordu bize. Son 2 oturumda ise, gözümüzdeki imajı birden değişiverdi. Aslında değişen, sınıfla iletişim kurmaya başlaması, espriler yapması, derse bizi de katmaya çalışması olmuştu. Psikolojik danışmada, "rapport" dediğimiz psikolojik danışman ve danışan arasındaki kabule, empatiye, saygıya dayalı olumlu ilişkiyi haftalar sonra kuruvermiş, dersin o sıkıcı havasını da, yorgunluk hissimizi de ortadan kaldırıvermiş oluverdi. Kişiler aynı olsa da, iletişim biçimi değişiverince olaylara bakış açımızın da hemen değişiverdiğini de uygulamalı görmüş olduk. Sen nelere kadirsin RAPPORT:)






6 Mart 2014 Perşembe

DOĞUM VE ÖLÜM GÜNÜ: ŞOV DEVAM ETMELİ Mİ?

Son birkaç gündür 6 Mart aklıma takılı durumdaydı. 4 yıl önce lösemiden 3 hafta içinde kaybettiğimiz teyzemin doğum günü bugün. "Anneannemin ruh hali nasıldır?" sorusu kafamda dolandı durdu. Cevabını bildiğim soruyu sormaya gerek yoktu zaten!

Ben doğum günü- ölüm günü falan düşünürken sabah okulun ilk saatlerinde, okulu kırıp arkadaşlarıyla dışarıda buluşan bir öğrencimizin trafik kazasında ölüm haberini aldık. Her an olayla ilgili yeni bir gelişme alıp öğrencilerin sorularına cevap vermeye, fenalık geçiren öğrencileri teskin etmeye, bu arada sınıfları boş bırakmamaya çabalamak, onları ailelerine teslim etmeden/ailelerin onayını almadan okulda tutmaya çalışmak, ailenin yanına gidecek/ cenazeye katılacak grupları toparlamak hepimizi yıprattı. Üstüne annem, tanımadığım aile yakınlarından bir ölüm haberi daha verdi.

Tiyatrocuların, şarkıcıların kendi aile fertlerinden birini kaybetseler de "Şov devam etmeli." anlayışıyla sahneye nasıl çıkabildiklerini sorguladım ciddi ciddi çünkü tanımadığım 2 kişinin ölümü bile fazla yordu beni. 

DOĞUM VE ÖLÜM GÜNÜ: ŞOV DEVAM ETMELİ Mİ?

Son birkaç gündür 6 Mart aklıma takılı durumdaydı. 4 yıl önce lösemiden 3 hafta içinde kaybettiğimiz teyzemin doğum günü bugün. "Anneannemin ruh hali nasıldır?" sorusu kafamda dolandı durdu. Cevabını bildiğim soruyu sormaya gerek yoktu zaten!

Ben doğum günü- ölüm günü falan düşünürken sabah okulun ilk saatlerinde, okulu kırıp arkadaşlarıyla dışarıda buluşan bir öğrencimizin trafik kazasında ölüm haberini aldık. Her an olayla ilgili yeni bir gelişme alıp öğrencilerin sorularına cevap vermeye, fenalık geçiren öğrencileri teskin etmeye, bu arada sınıfları boş bırakmamaya çabalamak, onları ailelerine teslim etmeden/ailelerin onayını almadan okulda tutmaya çalışmak, ailenin yanına gidecek/ cenazeye katılacak grupları toparlamak hepimizi yıprattı. Üstüne annem, tanımadığım aile yakınlarından bir ölüm haberi daha verdi.

Tiyatrocuların, şarkıcıların kendi aile fertlerinden birini kaybetseler de "Şov devam etmeli." anlayışıyla sahneye nasıl çıkabildiklerini sorguladım ciddi ciddi çünkü tanımadığım 2 kişinin ölümü bile fazla yordu beni. 

12 Ocak 2014 Pazar

TİYATRONUN ZORUNLU İZLEYİCİLERİ


Bu akşam arkadaşımla, onun yeni tanıştığım arkadaşı ve bu arkadaşın babasıyla (tamlamalar ordusu oldu!) geçen haftadan biletini aldığımız bir oyuna gittik. 

Bu şehirde salonlar, genelde tam kapasite ile hizmet veriyor. Üniversite öğrencilerinin yoğunluğu,izleyicilerin büyük bir kısmına denk geliyor. Daha alt öğrenim düzeyindekileri teşvik etmek için de, genelde öğretmenler performans ödevi gibi isimler altında teşvikler icat ediyorlar. Bu akşam da, arkadaşıma daha önce gittiğim bir senfoni orkestrası eşliğindeki bir konserde öğrencilerin öğretmenlerine söylene söylene bir hal olduklarına şahit olduğumu söyledim. Akabinde, arkadaşımın arkadaşının (belki muhtemel yeni arkadaşım) dayısı da oyunda rol aldığı için tebrik için onu beklerken arkadaşımın öğrencileri ile karşılaştık. Liseli bu grubu görünce, oyun da Kurtuluş Savaşı dönemi ile ilgili biraz aksak ritmli olunca içimizde kuşlar kanat çırpıverdi. Neden sonra, onların da öğretmenlerinin verdiği  ödev yüzünden geldiklerini,  biletlerini imzalatıp öğretmenlerine oyuna gittiklerini ispatlama derdinde olduklarını, salondaki bazı liselilerin uyuduğunu öğrenince içimizdeki kuşlar göç ediverdi birdenbire:(

TİYATRONUN ZORUNLU İZLEYİCİLERİ


Bu akşam arkadaşımla, onun yeni tanıştığım arkadaşı ve bu arkadaşın babasıyla (tamlamalar ordusu oldu!) geçen haftadan biletini aldığımız bir oyuna gittik. 

Bu şehirde salonlar, genelde tam kapasite ile hizmet veriyor. Üniversite öğrencilerinin yoğunluğu,izleyicilerin büyük bir kısmına denk geliyor. Daha alt öğrenim düzeyindekileri teşvik etmek için de, genelde öğretmenler performans ödevi gibi isimler altında teşvikler icat ediyorlar. Bu akşam da, arkadaşıma daha önce gittiğim bir senfoni orkestrası eşliğindeki bir konserde öğrencilerin öğretmenlerine söylene söylene bir hal olduklarına şahit olduğumu söyledim. Akabinde, arkadaşımın arkadaşının (belki muhtemel yeni arkadaşım) dayısı da oyunda rol aldığı için tebrik için onu beklerken arkadaşımın öğrencileri ile karşılaştık. Liseli bu grubu görünce, oyun da Kurtuluş Savaşı dönemi ile ilgili biraz aksak ritmli olunca içimizde kuşlar kanat çırpıverdi. Neden sonra, onların da öğretmenlerinin verdiği  ödev yüzünden geldiklerini,  biletlerini imzalatıp öğretmenlerine oyuna gittiklerini ispatlama derdinde olduklarını, salondaki bazı liselilerin uyuduğunu öğrenince içimizdeki kuşlar göç ediverdi birdenbire:(

6 Ocak 2014 Pazartesi

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

30 Aralık 2013 Pazartesi

BİR ŞEHİRDEN KURTULMAK


On yıl önce bugün, görev icabı atandığım ve yüksek lisans kazanmam sayesinde 15 aylığına ikametgahım olan soğuk, kurak ve insanlarını da kendisi kadar uzak bulduğum şehirden kurtuldum. Kelimenin tam anlamıyla "kurtulmak" çünkü ailenize, tüm sevdiklerinize ve o güne kadar değer verdiğiniz her şeye uzak kalmanıza neden olan bir yerden ayrılmak acayip bir ferahlama ve özgürlük hissi veriyor insana. Başka bir şehirde yaşam kurma tecrübesine uzak olmasam da, seçim bana ait olmayınca zor gelmişti alışmak, sevmek hatta kanıksamak. 

Zorunlu hizmet denen ve maalesef bu ülkede bir kuşağın başına gelip, öbür kuşağın affa uğradığı yanar döner zeminde bana da denk gelen terane yüzünden oradaydım, yıllar boyunca da kalmam söz konusu olabilirdi ama neyse ki "okumak" burada da kurtarıcı oldu.

Orada kaldığım dönemde, oradan kopup gitme arzumu paylaşan, aynı zorunluluktan orada bulunan iki yakın arkadaşımla hala devam ediyor ilişkimiz. Erkeklerin asker arkadaşlığı olarak yaşadığı tecrübeyi, biz de orada yaşadık çünkü. Kalmak istemediğiniz ama kalmak durumunda olduğunuz, tüm yakınlarınıza 24 saat mesafede olduğunuz, "........ değil de "Mars'a atansaydım, daha kolay adapte olurdum" dediğiniz bir yerde gerçek arkadaş bulmak çok değerli çünkü. 

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, hala 30 Aralık benim için aynı TİK'lerin son iki yılda yarattığı gibi erken gelen yeni yıl, bir bayram sayılır (Yeni yıl, çok da önem verdiğim bir kavram olduğundan değil, bir şeyler için milat olduğu için kullandığım bir tanım. Benim için önemli olan 1 Ocak = Babamın doğum günü). İlk yıllar, o şehrin adını hava durumlarında bile görmeye katlanamayan ben şimdi o kadar yoğun bir nefret hissetmiyorum ama hala kültür turu rotamda yer almaz!

İstediğimiz yer ve zamanda, istediğimiz insanlarla olabilmek ne kadar değerli! 


BİR ŞEHİRDEN KURTULMAK


On yıl önce bugün, görev icabı atandığım ve yüksek lisans kazanmam sayesinde 15 aylığına ikametgahım olan soğuk, kurak ve insanlarını da kendisi kadar uzak bulduğum şehirden kurtuldum. Kelimenin tam anlamıyla "kurtulmak" çünkü ailenize, tüm sevdiklerinize ve o güne kadar değer verdiğiniz her şeye uzak kalmanıza neden olan bir yerden ayrılmak acayip bir ferahlama ve özgürlük hissi veriyor insana. Başka bir şehirde yaşam kurma tecrübesine uzak olmasam da, seçim bana ait olmayınca zor gelmişti alışmak, sevmek hatta kanıksamak. 

Zorunlu hizmet denen ve maalesef bu ülkede bir kuşağın başına gelip, öbür kuşağın affa uğradığı yanar döner zeminde bana da denk gelen terane yüzünden oradaydım, yıllar boyunca da kalmam söz konusu olabilirdi ama neyse ki "okumak" burada da kurtarıcı oldu.

Orada kaldığım dönemde, oradan kopup gitme arzumu paylaşan, aynı zorunluluktan orada bulunan iki yakın arkadaşımla hala devam ediyor ilişkimiz. Erkeklerin asker arkadaşlığı olarak yaşadığı tecrübeyi, biz de orada yaşadık çünkü. Kalmak istemediğiniz ama kalmak durumunda olduğunuz, tüm yakınlarınıza 24 saat mesafede olduğunuz, "........ değil de "Mars'a atansaydım, daha kolay adapte olurdum" dediğiniz bir yerde gerçek arkadaş bulmak çok değerli çünkü. 

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, hala 30 Aralık benim için aynı TİK'lerin son iki yılda yarattığı gibi erken gelen yeni yıl, bir bayram sayılır (Yeni yıl, çok da önem verdiğim bir kavram olduğundan değil, bir şeyler için milat olduğu için kullandığım bir tanım. Benim için önemli olan 1 Ocak = Babamın doğum günü). İlk yıllar, o şehrin adını hava durumlarında bile görmeye katlanamayan ben şimdi o kadar yoğun bir nefret hissetmiyorum ama hala kültür turu rotamda yer almaz!

İstediğimiz yer ve zamanda, istediğimiz insanlarla olabilmek ne kadar değerli!