Gitmediğimde, davet sahibinin kırılıcağını ya da ayıp olacağını dert ettiklerim hariç düğün, nişan, kına, nikah gibi teranelerden uzak durmaya çalışırım. Yapmak isteyen tabii yapsın ama mecburi kalabalıkların arasına karışıp belli ritüelleri izlemek bana çocukken de sıkıcı gelirdi, büyüyünce de ruh halim değişmedi. Ailemin bizi evde tek başına bırakabildiği bir yaştan sonra, bu tür organizasyonlara katılma sıklığım, bir ara 4-8 yıllık aralar halinde falandı, o derece yani:)
Ne zaman ki artık kendi arkadaşlarım, kuzenlerim birer yetişkin olup davet sahibi oluverdiler, mecburi misafirlik sayım da artıverdi. Oynamayan, put gibi oturan, o ortamda çalınan tahammülfersah müziklerin bitmesini sabırla bekleyen, tüm ritüeller için günlerce gecelerce hazırlananları üstelik bunları büyük bir zevkle yapanları anlamaya çalışan başka bir gezegene düşmüş meraklı ve zavallı bir dünyalı gibi hissediveriyorum kendimi. Hele başından geçen ilk evlilikten sonra, hala aynı törenlere azimle hazırlananların psikolojilerini ayrı bir merak ediyorum.
Bahsettiğim organizasyonların, en katlanılabiliri nikah gibi geliyor bana.Hem olmazsa olmaz çünkü olaya resmiyet kazandırıyor, hem evlenmenin geleneklerden, ailelerin kendi kültürlerine ait dayatmalarını birbirlerine sunamayacakları kadar kurallı ve zaman tasarruflu. Bunda bile nikah şarkısını, damadın kravatının/papyonunun gelin çiçeğine uyumunu, bir daha kimsenin yüzüne bile bakmayacağı nikah şekerini (açmaya kıyamazdık, çürürdü:) hayatının en önemli meselesi haline getiren biri olur, bu da genelde kadın tarafı olur. Sözün özü, bu hafta sonu birkaç dakikalık nikahın ardından ayaküstü atıştırmalıkların olduğu, isteyenin hemen kaçabildiği bir kokteylle nihayetlenen, sakin bir törene katıldım. Simalar tanıdıktı, bilmem kim amcanın bacanağının baldızı, takı töreni, uzun foto çekimleri falan yoktu. Yüreğim kabarmadı:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder