ÇOCUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇOCUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Haziran 2014 Cumartesi

ŞAŞIRTI BENİ ŞAŞIRTTI:)

 Bu sabah kanalları dolaşırken (Burada bahsettiğim gibisabah ekranında kanal gezme rekortmeniyim malum!), Pepee'ye rastladım.Hem mesleki meraktan, hem de teyzelik durumundan  birkaç saniye takılı kaldım, o anda da annesi Pepee ve arkadaşlarına "Size bir "şaşırtı" yaptım." dedi. Benim bu cümleyi idrak etmem önce zaman aldı.  Sonradan anladım ki, kadıncağız "sürpriz" yapmış:)

Yıllardır İngilizce öğreten biri olarak, yabancı kelimeleri cümle içinde anlamsızca, bilinçsizce, cahilce kullanmayı eleştiririm. Dile sahip çıkma konusunda lisedeki İngilizce öğretmenimiz Bahri Bey'in "Siz Türkçe'yi öğrenin, ben size İngilizce öğretirim." lafını düstur kabul ederim. Üniversite giriş sınavlarında Türkiye 1.si bile çıkarmış bir öğretmendir kendisi ve kendi deneyimlerimde de görüyorum ki, ana dilini bilmeyen, bu dilin kurallarına hakim olmayan birine başka bir dil öğretmek imkansıza yakın. Bir öğrencimin fiil örneği olarak "süt"ü örnek vermesi, benim için kırılma noktalarından biridir. O günden beri "Sütüyoruz, süreceğiz, süttük.":( (Yok, bu kez ağlanacak halimize gülen yüz koyamadım!)

"Bütün bu anlattıklarının Pepee ile ilgisi ne ola ki?" diye sorarsanız, dile sahip çıkma konusunda hassasiyet göstermek, Türkçe hali yaygın kullanılıyorken bizden olmayan bir kelimeyi lafın içine sokuşturup "full dolu" gibi anlamsız laflar etmemek,özetle dile sahip çıkmak gerek derim. Bununla birlikte, yıllardır artık bizden olan kelimelere yeni alternatifler (buna da alternatif bulunmuştur elbet!), otobüsü "çok oturgaçlı götürgeç" gibi zorlama Türkçe yapmak da fazla zorlama ve itici geliyor bana. Edebiyat öğreten bir sürü arkadaşım da, dilimizde yer etmişse, uzun zamandır kullanılıyorsa o sözcüğün bizden olduğunu savunuyor. 

Mevcut icatlar, keşifler bizden çıksa, zaten dünya da "baklava" gibi Türkçe isimleri ile öğrenecek çoğu kelimeyi, dili zenginleştirmek bilimde ilerlemeyle de mümkün yani. Atatürk'ün geometride kullandığımız çoğu terime karşılıklar bulması ve kelimelerin dilimize yerleşmesi, o kelimeyle ilk kez bu karşılıklarla tanışmamızla mümkün olmuş. Yıllardır kullanılan kelimelere bu saatten sonra karşılık bulmaya çalışmak biraz fazla "şaşırtı"lı olmuyor mu bünyemizde?

ŞAŞIRTI BENİ ŞAŞIRTTI:)

 Bu sabah kanalları dolaşırken (Burada bahsettiğim gibisabah ekranında kanal gezme rekortmeniyim malum!), Pepee'ye rastladım.Hem mesleki meraktan, hem de teyzelik durumundan  birkaç saniye takılı kaldım, o anda da annesi Pepee ve arkadaşlarına "Size bir "şaşırtı" yaptım." dedi. Benim bu cümleyi idrak etmem önce zaman aldı.  Sonradan anladım ki, kadıncağız "sürpriz" yapmış:)

Yıllardır İngilizce öğreten biri olarak, yabancı kelimeleri cümle içinde anlamsızca, bilinçsizce, cahilce kullanmayı eleştiririm. Dile sahip çıkma konusunda lisedeki İngilizce öğretmenimiz Bahri Bey'in "Siz Türkçe'yi öğrenin, ben size İngilizce öğretirim." lafını düstur kabul ederim. Üniversite giriş sınavlarında Türkiye 1.si bile çıkarmış bir öğretmendir kendisi ve kendi deneyimlerimde de görüyorum ki, ana dilini bilmeyen, bu dilin kurallarına hakim olmayan birine başka bir dil öğretmek imkansıza yakın. Bir öğrencimin fiil örneği olarak "süt"ü örnek vermesi, benim için kırılma noktalarından biridir. O günden beri "Sütüyoruz, süreceğiz, süttük.":( (Yok, bu kez ağlanacak halimize gülen yüz koyamadım!)

"Bütün bu anlattıklarının Pepee ile ilgisi ne ola ki?" diye sorarsanız, dile sahip çıkma konusunda hassasiyet göstermek, Türkçe hali yaygın kullanılıyorken bizden olmayan bir kelimeyi lafın içine sokuşturup "full dolu" gibi anlamsız laflar etmemek,özetle dile sahip çıkmak gerek derim. Bununla birlikte, yıllardır artık bizden olan kelimelere yeni alternatifler (buna da alternatif bulunmuştur elbet!), otobüsü "çok oturgaçlı götürgeç" gibi zorlama Türkçe yapmak da fazla zorlama ve itici geliyor bana. Edebiyat öğreten bir sürü arkadaşım da, dilimizde yer etmişse, uzun zamandır kullanılıyorsa o sözcüğün bizden olduğunu savunuyor. 

Mevcut icatlar, keşifler bizden çıksa, zaten dünya da "baklava" gibi Türkçe isimleri ile öğrenecek çoğu kelimeyi, dili zenginleştirmek bilimde ilerlemeyle de mümkün yani. Atatürk'ün geometride kullandığımız çoğu terime karşılıklar bulması ve kelimelerin dilimize yerleşmesi, o kelimeyle ilk kez bu karşılıklarla tanışmamızla mümkün olmuş. Yıllardır kullanılan kelimelere bu saatten sonra karşılık bulmaya çalışmak biraz fazla "şaşırtı"lı olmuyor mu bünyemizde?

27 Mayıs 2014 Salı

ÇOCUKLUK ANILARI VE GÖRSELLİK

Bugün okuldan bir arkadaşla (Arkadaş yazmama bakmayın, insanlara uzun bir süre sizli- bizli hitap etme alışkanlığım var!) sohbet ederken konu çocukluk anılarımıza geliverdi. Okullarda, öğrencileri sıraya dizip boylarını ölçme ve kilolarını tartma geleneği vardı hatırladığımız. Farklı yıllarda, birimiz kuzeyde birimiz güneyde olsak da kantarın üstüne çıkıp tartılma durumu, süt ve fındık dağıtımı gibi rutin bir uygulamaymış demek ki. 
     Foto: www.cihanozdemir.com


Her neyse, tartılma esnasında herkes 30-35 kilo çekerken, 40 kilo çıkan arkadaşlarına çok güldüklerini ve onu ağlattıklarını anlattı. O anda, yıllar öncesinde hepimizden şişman çıkan arkadaşımı çok garip bulduğumu hatırlayıverdim. Onun tartıya çıktığı anki hali hala gözümün önünde. Daha uzun olana hiç garipseyerek bakmamış ama şişmanı yadırgamıştık çocuk aklımızla. Ben de uzun ve incelerden olduğumdan yadırgamamıştım uzun olanı belki de, bilmiyorum. Ne de olsa o bizdendi!

Görsel algımız daha çocukken, uzun ve/veya ince olmayı güzel ve kabul edebilir bulurken, kısa ve/veya şişman olansa alay konusu, çirkin, küçümsenir oluveriyor bu algıyla. Lisansta sosyal psikoloji kitabında yetişkinlerin daha güzel buldukları bebeklere daha iyi davrandıklarına dair bir çalışmayla ilgili bir şeyler okumuştum. O kadar acımasız ayrımlarımız var yani görsellikle ilgili. 

Bunları yazarken, televizyonda Türkiye Güzellik Yarışması başladı tesadüfe bakalım ki:) Görselliğin alabildiğine yarıştığı, estetikli burunların başkalarına kıvrıldığı, lise mezunlarının "Üniversiteye hazırlanıyor." diye pazarlandığı, çok azının beyin kıvrımlarının da güzel olduğuna şahit olduğumuz kızcağızların yarıştığı eğlenceli yarışma!




ÇOCUKLUK ANILARI VE GÖRSELLİK

Bugün okuldan bir arkadaşla (Arkadaş yazmama bakmayın, insanlara uzun bir süre sizli- bizli hitap etme alışkanlığım var!) sohbet ederken konu çocukluk anılarımıza geliverdi. Okullarda, öğrencileri sıraya dizip boylarını ölçme ve kilolarını tartma geleneği vardı hatırladığımız. Farklı yıllarda, birimiz kuzeyde birimiz güneyde olsak da kantarın üstüne çıkıp tartılma durumu, süt ve fındık dağıtımı gibi rutin bir uygulamaymış demek ki. 
     Foto: www.cihanozdemir.com


Her neyse, tartılma esnasında herkes 30-35 kilo çekerken, 40 kilo çıkan arkadaşlarına çok güldüklerini ve onu ağlattıklarını anlattı. O anda, yıllar öncesinde hepimizden şişman çıkan arkadaşımı çok garip bulduğumu hatırlayıverdim. Onun tartıya çıktığı anki hali hala gözümün önünde. Daha uzun olana hiç garipseyerek bakmamış ama şişmanı yadırgamıştık çocuk aklımızla. Ben de uzun ve incelerden olduğumdan yadırgamamıştım uzun olanı belki de, bilmiyorum. Ne de olsa o bizdendi!

Görsel algımız daha çocukken, uzun ve/veya ince olmayı güzel ve kabul edebilir bulurken, kısa ve/veya şişman olansa alay konusu, çirkin, küçümsenir oluveriyor bu algıyla. Lisansta sosyal psikoloji kitabında yetişkinlerin daha güzel buldukları bebeklere daha iyi davrandıklarına dair bir çalışmayla ilgili bir şeyler okumuştum. O kadar acımasız ayrımlarımız var yani görsellikle ilgili. 

Bunları yazarken, televizyonda Türkiye Güzellik Yarışması başladı tesadüfe bakalım ki:) Görselliğin alabildiğine yarıştığı, estetikli burunların başkalarına kıvrıldığı, lise mezunlarının "Üniversiteye hazırlanıyor." diye pazarlandığı, çok azının beyin kıvrımlarının da güzel olduğuna şahit olduğumuz kızcağızların yarıştığı eğlenceli yarışma!




21 Mayıs 2014 Çarşamba

MAHLAS- LAKAP-ETİKET, BİZ-SİZ-ONLAR

Uzun zamandır, öğrencilere sürekli uyarıda bulunduğum ve üzerinde uzun uzun konuştuğumuz bir konu birilerine lakap takmak. Bu lakaplar öyle, halk şairlerinin bile isteye edindikleri mahlaslardan değil. Kişi istemese de birileri tarafından yapıştırılmış etiketler. 

Daha açık tenli olanın koyuya "Arap", konuşması İstanbul Türkçesi'ne yakın olanın öbürüne "Peşmerge", uzun olanın kısaya "Cüce", zayıf olanın şişmana "Dobi" dediği bir iletişim şekli var ergenler arasında. Muhtemelen evde, sokakta, yakın çevresinde böyle bir yaftalama nöbetine tutulmuş bir sürü tanıdığı var ve doğal olanın bu olduğunu sanarak yaşayıp gidiyor. Kişi lakabını kendi edinmişse sorun yok ama sürekli bir şikayet durumu söz konusu olunca izter istemez uyarılar zinciri de başlıyor. Kişilere istemediği lakaplarla seslenmenin kırıcı, dışlayıcı, rahatsız edici olabildiğini öğrenmek bazılarını şaşırtabiliyor. Bazıları, konu hakkında ilk kez düşündüğünden kafasında bir ampul yanmış ifadesi beliriveriyor yüzünde. 

Takılan lakaplardan en son nasibini alan; hali, tavrı, ses tonu nedeniyle homoseksüel olduğunu düşündükleri staj öğrencim oldu. Anlamsız espriler yapıp ona duyurmaya çalışıp, üstüne "Ortamı yumuşatmak istedim." diyen de oldu, duyulmayacağını düşünüp aralarında "yumuşak" vurgusu yapan da! Hepimizin birbirimizden farklı olabileceğini, insanları etiketlemenin yanlış olduğunu anlatmaya çalışma çabam, öğrenciler üzerinde biraz olsun işe yaradı, kişiliğini değerlendirir oldular ama öğretmenlerin bir kısmıyla ne yapacağımı bilemiyorum hala. Bizden olmayanı, bize benzemeyeni ötekileştirmek, adını söylemeyip etiketlemek daha kolay nasılsa!

MAHLAS- LAKAP-ETİKET, BİZ-SİZ-ONLAR

Uzun zamandır, öğrencilere sürekli uyarıda bulunduğum ve üzerinde uzun uzun konuştuğumuz bir konu birilerine lakap takmak. Bu lakaplar öyle, halk şairlerinin bile isteye edindikleri mahlaslardan değil. Kişi istemese de birileri tarafından yapıştırılmış etiketler. 

Daha açık tenli olanın koyuya "Arap", konuşması İstanbul Türkçesi'ne yakın olanın öbürüne "Peşmerge", uzun olanın kısaya "Cüce", zayıf olanın şişmana "Dobi" dediği bir iletişim şekli var ergenler arasında. Muhtemelen evde, sokakta, yakın çevresinde böyle bir yaftalama nöbetine tutulmuş bir sürü tanıdığı var ve doğal olanın bu olduğunu sanarak yaşayıp gidiyor. Kişi lakabını kendi edinmişse sorun yok ama sürekli bir şikayet durumu söz konusu olunca izter istemez uyarılar zinciri de başlıyor. Kişilere istemediği lakaplarla seslenmenin kırıcı, dışlayıcı, rahatsız edici olabildiğini öğrenmek bazılarını şaşırtabiliyor. Bazıları, konu hakkında ilk kez düşündüğünden kafasında bir ampul yanmış ifadesi beliriveriyor yüzünde. 

Takılan lakaplardan en son nasibini alan; hali, tavrı, ses tonu nedeniyle homoseksüel olduğunu düşündükleri staj öğrencim oldu. Anlamsız espriler yapıp ona duyurmaya çalışıp, üstüne "Ortamı yumuşatmak istedim." diyen de oldu, duyulmayacağını düşünüp aralarında "yumuşak" vurgusu yapan da! Hepimizin birbirimizden farklı olabileceğini, insanları etiketlemenin yanlış olduğunu anlatmaya çalışma çabam, öğrenciler üzerinde biraz olsun işe yaradı, kişiliğini değerlendirir oldular ama öğretmenlerin bir kısmıyla ne yapacağımı bilemiyorum hala. Bizden olmayanı, bize benzemeyeni ötekileştirmek, adını söylemeyip etiketlemek daha kolay nasılsa!

19 Mayıs 2014 Pazartesi

ATATÜRK VE 19




İlkokuldayken okulda satışı yapılan bir kitap satın almıştım. Atatürk ve çocuklarla ilgili anekdotlara yer veren kitabın adı Çocuk Gözüyle Atatürk  ve yazarı Hacı Angı'ydı.  Kitapta, Atatürk'ün insani yönüne vurgu yapılıp çocuklarla ilişkisinin güzelliğine değiniliyordu. 

Kitapta, çok kısa da bir bölüm vardı. Atatürk'ün hayatında 19 sayısına denk gelen olayların listesi verilmişti bu kısımda. Sonradan Cenk Koray da dahil olmak üzere bir sürü isim, Kuran'la bu sayının bağlantısına değinen kitaplar yazdı ama benim ilgimi o gün o bölümü okuduğum kadar çekmedi hiçbiri. 

Sayılarla oynamayı çok sevdiğimden belki de, oyun gibi gelmişti bu bölümü okumak. Hatırladıklarım, 19 Mayıs 1919 (doğum günü olarak Atatürk, 19 Mayıs'ı kabul etmiş ayrıca), 1881, 1938, 1001 pare top atışı, ölüm yaşı 57 gibi, okullara başlama, askere payelere kavuşma gibi  önemli tarih ve sayıların 19 sayısının katları olmasına dair detaylar. Belki tesadüf, belki kader-kısmet, adı neyse daha benim hatırlayamadığım 19 detaylarıyla dolu.

Bugün, bunlar geldi aklıma. Bir de, Beden Eğitimi dersinden tam not almak için zoraki katıldığımız gösteri. Bayramları içimizden geldiği gibi, ayakta dikilerek değil eğlenerek, hakkını vererek kutlayacağımız günlere imrenerek..



ATATÜRK VE 19




İlkokuldayken okulda satışı yapılan bir kitap satın almıştım. Atatürk ve çocuklarla ilgili anekdotlara yer veren kitabın adı Çocuk Gözüyle Atatürk  ve yazarı Hacı Angı'ydı.  Kitapta, Atatürk'ün insani yönüne vurgu yapılıp çocuklarla ilişkisinin güzelliğine değiniliyordu. 

Kitapta, çok kısa da bir bölüm vardı. Atatürk'ün hayatında 19 sayısına denk gelen olayların listesi verilmişti bu kısımda. Sonradan Cenk Koray da dahil olmak üzere bir sürü isim, Kuran'la bu sayının bağlantısına değinen kitaplar yazdı ama benim ilgimi o gün o bölümü okuduğum kadar çekmedi hiçbiri. 

Sayılarla oynamayı çok sevdiğimden belki de, oyun gibi gelmişti bu bölümü okumak. Hatırladıklarım, 19 Mayıs 1919 (doğum günü olarak Atatürk, 19 Mayıs'ı kabul etmiş ayrıca), 1881, 1938, 1001 pare top atışı, ölüm yaşı 57 gibi, okullara başlama, askere payelere kavuşma gibi  önemli tarih ve sayıların 19 sayısının katları olmasına dair detaylar. Belki tesadüf, belki kader-kısmet, adı neyse daha benim hatırlayamadığım 19 detaylarıyla dolu.

Bugün, bunlar geldi aklıma. Bir de, Beden Eğitimi dersinden tam not almak için zoraki katıldığımız gösteri. Bayramları içimizden geldiği gibi, ayakta dikilerek değil eğlenerek, hakkını vererek kutlayacağımız günlere imrenerek..



11 Mayıs 2014 Pazar

HERKESİN ANNELER GÜNÜ DEĞİL!

Belki de en çok anlaşıp en çok didiştiğimiz, en çok eleştirdiğimiz yanlarına günün birinde sahip olduğumuzu fark edip hayrete düştüğümüz, yanlış bağlandığımızda, en ufak hatasında tüm hayatımıza mal olabilecek trajediler yaratmaya muktedir, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığında hayat boyu belkemiğimizi sapasağlam tutabilmemize ön ayak kadınların günü bugün. 

Tek bir anne türü yok ama hepsine ait bir gün var ne yazık ki! Çocuğunu sevgilisi ile bir olup öldüren kadına da aynı sıfat veriliyor, "Tüm annelerin Anneler Günü kutlu olsun" derken onların da günü kutlanmış oluyor. Temennide bulunurken de seçici olmalı, herkese aynı paye verilmemeli bence. Kelimelerin gücü burada ortaya çıkıyor, gözümüzden kaçanlar göz çıkarabiliyor. O yüzden, bu gün vesilesiyle anneliği hatalar yapsa da hatalarını telafi ederek, kendisini de yok etmeden çocuğunun varlık savaşında ona destek olarak yaşayan iyi niyetli tüm annelerin gününü kutlarım. Başta annem olmak üzere bu kategoriye giren tanıdığım tüm kadınların (bloglar vasıtasıyla da bir sürü anne tanımış oldum!) ve tanımadıklarımın günleri kutlu olsun. 


HERKESİN ANNELER GÜNÜ DEĞİL!

Belki de en çok anlaşıp en çok didiştiğimiz, en çok eleştirdiğimiz yanlarına günün birinde sahip olduğumuzu fark edip hayrete düştüğümüz, yanlış bağlandığımızda, en ufak hatasında tüm hayatımıza mal olabilecek trajediler yaratmaya muktedir, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığında hayat boyu belkemiğimizi sapasağlam tutabilmemize ön ayak kadınların günü bugün. 

Tek bir anne türü yok ama hepsine ait bir gün var ne yazık ki! Çocuğunu sevgilisi ile bir olup öldüren kadına da aynı sıfat veriliyor, "Tüm annelerin Anneler Günü kutlu olsun" derken onların da günü kutlanmış oluyor. Temennide bulunurken de seçici olmalı, herkese aynı paye verilmemeli bence. Kelimelerin gücü burada ortaya çıkıyor, gözümüzden kaçanlar göz çıkarabiliyor. O yüzden, bu gün vesilesiyle anneliği hatalar yapsa da hatalarını telafi ederek, kendisini de yok etmeden çocuğunun varlık savaşında ona destek olarak yaşayan iyi niyetli tüm annelerin gününü kutlarım. Başta annem olmak üzere bu kategoriye giren tanıdığım tüm kadınların (bloglar vasıtasıyla da bir sürü anne tanımış oldum!) ve tanımadıklarımın günleri kutlu olsun. 


11 Nisan 2014 Cuma

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

7 Nisan 2014 Pazartesi

PAMİR'İN ARDINDAN!!!




- Çocuk sahibi olmaya karar verme evresinde çok düşünülmeli!

- Bu düşünce evresi uzadıkça, dünyaya çocuk getirmeme seçeneği daha makul hale gelebilir!
-Ne kadar korunup kollanmaya çalışılsa da, sosyalleşmeye başlayan bir çocuk dışarıdaki tehlikelere açık durumda!
-Sevdiklerini kaybetmekten, onların başına insan eliyle bir felaket gelmesinden korkuyorsan, sevdiğin yeni birinin dünyaya gelmesine vesile olmak çok korkutucu ve düşündürücü!
- Anne- babasının yaşadığı üzüntünün vicdan azabıyla karışması ne acı!
-Çocuğu kaybolanların, soru işaretleriyle yaşamaktansa  ölüsüne bile olsa bir şekilde çocuklarına kavuşma isteği duyduğu söylenir. Ne acı bir seçim!
-Ülkedeki bürokrasi yüzünden havuzların aranmasını geciktiren yetkililerin vicdanlarının durumu merak konusu!
-TV dizilerinde şipşak çözülen adli tıp olayları, bu örnekte ne kadar sürede çözülür,  bilinmez!
-AKUT iyi ki var!
-Sevdiklerine sabır dilerim!!!




PAMİR'İN ARDINDAN!!!




- Çocuk sahibi olmaya karar verme evresinde çok düşünülmeli!

- Bu düşünce evresi uzadıkça, dünyaya çocuk getirmeme seçeneği daha makul hale gelebilir!
-Ne kadar korunup kollanmaya çalışılsa da, sosyalleşmeye başlayan bir çocuk dışarıdaki tehlikelere açık durumda!
-Sevdiklerini kaybetmekten, onların başına insan eliyle bir felaket gelmesinden korkuyorsan, sevdiğin yeni birinin dünyaya gelmesine vesile olmak çok korkutucu ve düşündürücü!
- Anne- babasının yaşadığı üzüntünün vicdan azabıyla karışması ne acı!
-Çocuğu kaybolanların, soru işaretleriyle yaşamaktansa  ölüsüne bile olsa bir şekilde çocuklarına kavuşma isteği duyduğu söylenir. Ne acı bir seçim!
-Ülkedeki bürokrasi yüzünden havuzların aranmasını geciktiren yetkililerin vicdanlarının durumu merak konusu!
-TV dizilerinde şipşak çözülen adli tıp olayları, bu örnekte ne kadar sürede çözülür,  bilinmez!
-AKUT iyi ki var!
-Sevdiklerine sabır dilerim!!!




20 Mart 2014 Perşembe

BİR DOĞUM GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ : ZAMANIN GÖRECELİĞİ

Dün, anneannem tam 84 yaşında oldu. Birlikte nice yıllara da, 70 yaşına girdiği gün tesadüfen bizdeydi ve ona sürpriz bir doğum günü kutlaması hazırlamıştık.O zamanlar, yaş itibariyle de olsa gerek 70'i  bize çok uzak ve büyük görüp "Daha kaç yıl yaşayacak ki!" endişesi taşıdığımızı hatırlıyorum. Şu anda, annem- babam o yaşa yaklaşmış durumdayken bana 70 yaş hiç de yaşlı gelmiyor. 

Zamanın, bizim içinde bulunduğumuz gelişim dönemi ile ne kadar da paralel bir  görecelik içinde olduğunu bir kez daha anlamış bulunuyorum. Ergenlerle ve gençlerle çalışırken neredeyse her gün tecrübe edilen bir durum bu. 16 yaşındaki bir öğrencimiz 2 yıl sonra gireceği üniversite sınavı ile ilgili konuşurken "Oooo 18 çok yaşlı, o yaşta insanın sınava girecek hali kalmaz." demişti bir keresinde:) Çoğu kişinin geriye dönüp o yaşta olmak istediği yaşı yaşlı buluyordu. 

Kıssadan hisse, sayılarla dolu bu yazının özeti Vasfiye Teyze gibi ifade edersek "Zaman, görecelidir. Yeter ki bakmasını bil!"

BİR DOĞUM GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ : ZAMANIN GÖRECELİĞİ

Dün, anneannem tam 84 yaşında oldu. Birlikte nice yıllara da, 70 yaşına girdiği gün tesadüfen bizdeydi ve ona sürpriz bir doğum günü kutlaması hazırlamıştık.O zamanlar, yaş itibariyle de olsa gerek 70'i  bize çok uzak ve büyük görüp "Daha kaç yıl yaşayacak ki!" endişesi taşıdığımızı hatırlıyorum. Şu anda, annem- babam o yaşa yaklaşmış durumdayken bana 70 yaş hiç de yaşlı gelmiyor. 

Zamanın, bizim içinde bulunduğumuz gelişim dönemi ile ne kadar da paralel bir  görecelik içinde olduğunu bir kez daha anlamış bulunuyorum. Ergenlerle ve gençlerle çalışırken neredeyse her gün tecrübe edilen bir durum bu. 16 yaşındaki bir öğrencimiz 2 yıl sonra gireceği üniversite sınavı ile ilgili konuşurken "Oooo 18 çok yaşlı, o yaşta insanın sınava girecek hali kalmaz." demişti bir keresinde:) Çoğu kişinin geriye dönüp o yaşta olmak istediği yaşı yaşlı buluyordu. 

Kıssadan hisse, sayılarla dolu bu yazının özeti Vasfiye Teyze gibi ifade edersek "Zaman, görecelidir. Yeter ki bakmasını bil!"

11 Mart 2014 Salı

ÇOCUKLAR GÜLSÜN/ÖLSÜN DİYE


Pek sevimli ve sempatik bulamadığım Gülben Ergen'in ömrü hayatında yaptığı/ yapacağı en hayırlı şey, ülkenin her bir yanına anaokulları yapılmasına öncülük. Kampanyanın adı da, amacına hizmet eder durumda: Çocuklar Gülsün Diye. Özellikle kırsal ve imkanları kısıtlı yerlere yapılıyor okullar. Bu şekilde, eğitimin ilk basamağına da ulaşma imkanı tanınıyor. 

Yukarıdaki girizgahı basın bülteni niyetine yazmadım. Ben bu işi yapmaya başladığımdan, özellikle de bu okula geldiğimden beri çocukların gülmelerinden çok ölmelerine şahit olmuş durumdayım. En son, geçen haftaki trafik kazasından bahsetmiştim. Bu yılın başından beri kaza, hastalık (kanser dahil), ölüm haberleri alıp duruyoruz liseli çocuklardan. Onlar, çocuk olmadıklarının savaşını verirken yaşam savaşında bir yerlere takılıp düşüveriyorlar. Bugün, bir de bizimkilerle yaşıt Berkin Elvan'ın ölümünü duyunca,  sebebin acımasızlığını bilince ve üstelik ölüme yapılan "O da oralarda dolaşmasaymış." yorumlarından haberdar olunca ne dense boş, ne yazılsa anlamsız!

ÇOCUKLAR GÜLSÜN/ÖLSÜN DİYE


Pek sevimli ve sempatik bulamadığım Gülben Ergen'in ömrü hayatında yaptığı/ yapacağı en hayırlı şey, ülkenin her bir yanına anaokulları yapılmasına öncülük. Kampanyanın adı da, amacına hizmet eder durumda: Çocuklar Gülsün Diye. Özellikle kırsal ve imkanları kısıtlı yerlere yapılıyor okullar. Bu şekilde, eğitimin ilk basamağına da ulaşma imkanı tanınıyor. 

Yukarıdaki girizgahı basın bülteni niyetine yazmadım. Ben bu işi yapmaya başladığımdan, özellikle de bu okula geldiğimden beri çocukların gülmelerinden çok ölmelerine şahit olmuş durumdayım. En son, geçen haftaki trafik kazasından bahsetmiştim. Bu yılın başından beri kaza, hastalık (kanser dahil), ölüm haberleri alıp duruyoruz liseli çocuklardan. Onlar, çocuk olmadıklarının savaşını verirken yaşam savaşında bir yerlere takılıp düşüveriyorlar. Bugün, bir de bizimkilerle yaşıt Berkin Elvan'ın ölümünü duyunca,  sebebin acımasızlığını bilince ve üstelik ölüme yapılan "O da oralarda dolaşmasaymış." yorumlarından haberdar olunca ne dense boş, ne yazılsa anlamsız!

9 Mart 2014 Pazar

ÇOK MUTLU OL 1987 KAR TATİLİNDEKİ ÇOCUK GİBİ


Her okul dönüşünde heyecanla kontrol ederdik gelip gelmediğini. Giysilerini denerdik, cinsiyetini bilmezdik ama sen de bizden ol isterdik. Bir de bizim gibi 8’inde doğ diye beklemiştik. Hep yaptığın gibi aklına estiği gibi geldin karla kaplı 10 Mart’ta. Sabah kalktığımızda sürpriz yumurta misali evdeydin. “Anneme bir şey olsaydı daha çok üzülürdüm, seni daha tanımıyorum” diye önce annemi öptüm, sonra seni. Hayatımızın sonraki yıllarında önceliğimiz değişti. Herkesin ilk düşündüğü ve taviz verdiği kişiydin. Değişmeyen şeyler de oldu tabii ki, ışıl ışıl bakan gözlerin, cıvıl cıvıl (!) sesin, taleplerin, disiplinin ve sosyal kelebekliğin.


Bir de doğduğun günkü gibi kar bekleniyor bu 10 Mart’ta da. 27 yıl sonra. Hep birlikte nice yıllara. Şarkıda söylendiği gibi “ Çok mutlu ol 1987 kar tatilindeki çocuk gibi.” O gün bizim olduğumuz gibi.

Her yıl olduğu gibi bir mani döşerim yine ama önce şiire yeltenip düzyazıya dönmek gelid içimden bu kez. 

ÇOK MUTLU OL 1987 KAR TATİLİNDEKİ ÇOCUK GİBİ


Her okul dönüşünde heyecanla kontrol ederdik gelip gelmediğini. Giysilerini denerdik, cinsiyetini bilmezdik ama sen de bizden ol isterdik. Bir de bizim gibi 8’inde doğ diye beklemiştik. Hep yaptığın gibi aklına estiği gibi geldin karla kaplı 10 Mart’ta. Sabah kalktığımızda sürpriz yumurta misali evdeydin. “Anneme bir şey olsaydı daha çok üzülürdüm, seni daha tanımıyorum” diye önce annemi öptüm, sonra seni. Hayatımızın sonraki yıllarında önceliğimiz değişti. Herkesin ilk düşündüğü ve taviz verdiği kişiydin. Değişmeyen şeyler de oldu tabii ki, ışıl ışıl bakan gözlerin, cıvıl cıvıl (!) sesin, taleplerin, disiplinin ve sosyal kelebekliğin.


Bir de doğduğun günkü gibi kar bekleniyor bu 10 Mart’ta da. 27 yıl sonra. Hep birlikte nice yıllara. Şarkıda söylendiği gibi “ Çok mutlu ol 1987 kar tatilindeki çocuk gibi.” O gün bizim olduğumuz gibi.

Her yıl olduğu gibi bir mani döşerim yine ama önce şiire yeltenip düzyazıya dönmek gelid içimden bu kez.