ÇOCUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇOCUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2015 Cuma

RENKLİ TELEVİZYON

13 Mart 1985.
Tam 30 yıl önce, bizim eve renkli televizyon girmişti. Siyah- beyaz izlediğimiz reklamları, şekerlerin gerçek rengini görmenin heyecanını hatırlıyorum. Kıyafetlerin rengini tahmin etmek yerine gerçeğinin görmenin heyecanı...

O günlerden bugüne, bilgisayar, net, cep telefonu, akıllı telefon gibi nice yenilik, nice teknoloji girdi hayatımıza. Her teknolojik gelismeyi ucundan kıyısından yakaladık biz 70lerin sonu ya da 80lerin başında doğanlar. Diğer kuşaklardan farklı olan yanımız, çocukluğumuz, ergenliğimiz. gençliğimiz ve yetiskinliğimiz hep bir teknolojik gelişmeyle özdeşleşti. Sizi bilmem ama belki çocuk saflığından, hiçbiri renkli televizyon kadar heyecan vermedi.

RENKLİ TELEVİZYON

13 Mart 1985.
Tam 30 yıl önce, bizim eve renkli televizyon girmişti. Siyah- beyaz izlediğimiz reklamları, şekerlerin gerçek rengini görmenin heyecanını hatırlıyorum. Kıyafetlerin rengini tahmin etmek yerine gerçeğinin görmenin heyecanı...

O günlerden bugüne, bilgisayar, net, cep telefonu, akıllı telefon gibi nice yenilik, nice teknoloji girdi hayatımıza. Her teknolojik gelismeyi ucundan kıyısından yakaladık biz 70lerin sonu ya da 80lerin başında doğanlar. Diğer kuşaklardan farklı olan yanımız, çocukluğumuz, ergenliğimiz. gençliğimiz ve yetiskinliğimiz hep bir teknolojik gelişmeyle özdeşleşti. Sizi bilmem ama belki çocuk saflığından, hiçbiri renkli televizyon kadar heyecan vermedi.

16 Ocak 2015 Cuma

FARKLI PENCEREDEN

Geçenlerde, televizyonda eşini arayan çocuklu bir kadın haberi gördüm. Eşinin arabasının bagajında kadın çamaşırları görmüş, eşi bunun üzerine onu sevmediğini hayatında başka biri olduğunu ve çekip gideceğini söylemiş. Sonra da bir kaç gün içinde ortadan yok olmuş. 

Program uzundu. Arama çabalarını, üstüne yapılan yorumları izlemek ve dinlemek içimden gelmedi. Sadece, eşinin kendisini aldattığını, başkasını sevdiğini bile bile arayan kadını düşündüm. Adam, ortada bir kadın olmadan kaybolsa belki endişe etmek, türlü felaket senaryoları kurmak olası ama adam belli ki söylediği gibi gitmiş işte. Az bir olasılıkla başına başka bir durum geldiyse onu bilmem ama terkedilmişsin. Ekran aracılığıyla adamı geri isteme çabası niye? Çocuk, babasız kalmasın diyeyse, zaten belli ki adamın derdi değil. 

Sonra, her birimizin aynı durumlara verdiği ne çok olasılık olabileceğini düşündüm bir de. Ben, ararsam boşanma dilekçesinde yazacağım adres netleşsin diye ararım, öbürü "dul kadın" damgası yememek için, bir başkası adamın başka bir kadına gittiğine kendisini ikna edemeyip başına bir şey geleceğinden korktuğu için. Çok farklıyız birbirimizden ve iyi ki farklıyız. Bu farklılıklarımız olduğu için, farklı pencerelerden baktığımız için daha renkli dünyamız! 


FARKLI PENCEREDEN

Geçenlerde, televizyonda eşini arayan çocuklu bir kadın haberi gördüm. Eşinin arabasının bagajında kadın çamaşırları görmüş, eşi bunun üzerine onu sevmediğini hayatında başka biri olduğunu ve çekip gideceğini söylemiş. Sonra da bir kaç gün içinde ortadan yok olmuş. 

Program uzundu. Arama çabalarını, üstüne yapılan yorumları izlemek ve dinlemek içimden gelmedi. Sadece, eşinin kendisini aldattığını, başkasını sevdiğini bile bile arayan kadını düşündüm. Adam, ortada bir kadın olmadan kaybolsa belki endişe etmek, türlü felaket senaryoları kurmak olası ama adam belli ki söylediği gibi gitmiş işte. Az bir olasılıkla başına başka bir durum geldiyse onu bilmem ama terkedilmişsin. Ekran aracılığıyla adamı geri isteme çabası niye? Çocuk, babasız kalmasın diyeyse, zaten belli ki adamın derdi değil. 

Sonra, her birimizin aynı durumlara verdiği ne çok olasılık olabileceğini düşündüm bir de. Ben, ararsam boşanma dilekçesinde yazacağım adres netleşsin diye ararım, öbürü "dul kadın" damgası yememek için, bir başkası adamın başka bir kadına gittiğine kendisini ikna edemeyip başına bir şey geleceğinden korktuğu için. Çok farklıyız birbirimizden ve iyi ki farklıyız. Bu farklılıklarımız olduğu için, farklı pencerelerden baktığımız için daha renkli dünyamız! 


21 Aralık 2014 Pazar

VELİ TOPLANTISI

Bugün, okulda veli toplantısı vardı. Ara karneler dağıtıldı, notlar ve devamsızlıklarla ilgili resmi olarak bilgilendirildi veliler bu yolla. O yüzden, sınıflarda öğrencilere velilerin notları değil davranışları konuşmak için gelmelerini istediğimi özellikle belirttim geçen haftadan. E-okul çıktığından  beri zaten karne öncesi notlar öğrenilebiliyor. Karnenin bir esprisi kalmadı malımunuz. 

Not da, çalışmana, konsantrasyonuna, isteğine göre azalıp artabilen bir şey ama ara karnede de, karnede de davranış kısmı yok liselerde ve konuşulması en önemli konu da o bence. Yoksa, olumsuz davranışlar bir çığ gibi büyüyor, yanındakine de bulaşıp kartopu etkisiyle ileride toplum zararına da oluyor. Bu yüzden, olumsuz davranışlar kemikleşmeden, kişiliğin ayrılmaz parçaları haline gelmeden veliyi de dahil edip bertaraf edilebildiği kadar edilsin istiyorum. Kişilik, doğuştan gelen mizaç kadar dönüşüme ve değişime açık karakterden oluşuyor malum.

Bu yüzden, bugün not soranı da, notu yükselmek için  konuşmak isteyeni de es geçmedim ama konuyu hep davranışa getirmeye çalıştım manevra yaparak. Bunu yaparken de, olabildiğince olumlu özellik de araya sıkıştırmaya çalışarak. Çünkü bazı velilerin veli toplantısına gelirken ürktüğünü, çocuğuyla ilgili olumsuz sözler duyma beklentisiyle ayaklarının geri geri gittiğini gözlemliyorum yıllardır. Çok kırılgan, el yordamıyla yetiştirdiği çocuğun sosyalleştiğinde problemli olduğunu çaresizce izleyen, izleyici olma dışında bir şey yapamadığı yüzüne her seferinde tokat gibi çarpılan, cep telefonunu elinden düşürmeme gibi konularda evde uygulayamadığı kuralların okulda kesinkes uygulanmasını bekleyen, elinde pimi çekilmiş kendi ürettiği bombayla hayat boyu yaşamaya mahkum...

VELİ TOPLANTISI

Bugün, okulda veli toplantısı vardı. Ara karneler dağıtıldı, notlar ve devamsızlıklarla ilgili resmi olarak bilgilendirildi veliler bu yolla. O yüzden, sınıflarda öğrencilere velilerin notları değil davranışları konuşmak için gelmelerini istediğimi özellikle belirttim geçen haftadan. E-okul çıktığından  beri zaten karne öncesi notlar öğrenilebiliyor. Karnenin bir esprisi kalmadı malımunuz. 

Not da, çalışmana, konsantrasyonuna, isteğine göre azalıp artabilen bir şey ama ara karnede de, karnede de davranış kısmı yok liselerde ve konuşulması en önemli konu da o bence. Yoksa, olumsuz davranışlar bir çığ gibi büyüyor, yanındakine de bulaşıp kartopu etkisiyle ileride toplum zararına da oluyor. Bu yüzden, olumsuz davranışlar kemikleşmeden, kişiliğin ayrılmaz parçaları haline gelmeden veliyi de dahil edip bertaraf edilebildiği kadar edilsin istiyorum. Kişilik, doğuştan gelen mizaç kadar dönüşüme ve değişime açık karakterden oluşuyor malum.

Bu yüzden, bugün not soranı da, notu yükselmek için  konuşmak isteyeni de es geçmedim ama konuyu hep davranışa getirmeye çalıştım manevra yaparak. Bunu yaparken de, olabildiğince olumlu özellik de araya sıkıştırmaya çalışarak. Çünkü bazı velilerin veli toplantısına gelirken ürktüğünü, çocuğuyla ilgili olumsuz sözler duyma beklentisiyle ayaklarının geri geri gittiğini gözlemliyorum yıllardır. Çok kırılgan, el yordamıyla yetiştirdiği çocuğun sosyalleştiğinde problemli olduğunu çaresizce izleyen, izleyici olma dışında bir şey yapamadığı yüzüne her seferinde tokat gibi çarpılan, cep telefonunu elinden düşürmeme gibi konularda evde uygulayamadığı kuralların okulda kesinkes uygulanmasını bekleyen, elinde pimi çekilmiş kendi ürettiği bombayla hayat boyu yaşamaya mahkum...

5 Aralık 2014 Cuma

ÇAY ÇAY ÇAY

Damak zevkinin, genetik ya da psikolojik olarak belirlendiği ve değişebilir olduğu bilim adamlarınca tartışıladursun, bizim ailede 3 kuşaktır abartılı bir çay sevdası hakim. Türk milleti olarak zaten milli içeceğimiz ayran değil çay sayılmalı milletçe çay sevdamızdan dolayı ama bizim durumumuz bir bağımlılık düzeyinde gözetim altına alınabilir abartıda.

Daha önceki nesillerde durum nedir bilmiyorum ama babamın sabah kalkar kalkmaz yaktığı sigarasına eşlik eden zift kıvamındaki, uzun uzun kaynatılıp demlenmeye bırakılmış, üstünden kısacık zaman geçse de defalarca yine yeni yeniden ritüel halinde az şekerli çayı dillere destandır.

 Bayrağı ondan devralan ben, üniversiteden beri çaya benzeyen her şeyi içip çay konusundaki tiryakiliğine gustosunu ekleyememiş bir tiryakiyim. O, ince belli bardakla içer çayı, ben kazan boyutunda kupalarla. Ben üniversite yurdundan beri herkesin kaşığını daldırdığı toz şekeri kullanmamak, kantine de şeker taşıamamak için şekersiz içerim çayı, o çay kaşığının ucuyla aldığı az şekerle. Birebir kopya değil yani tiryakiliğimiz. 

Ama ben de onun gibi çaya kavuşamazsam baş ağrısı ile gezerim, çaya verdiğim parayı yemeğe, giysiye, başka bir  zevke vermemiş olabilirim hayatım boyunca. Babamın gecenin 2sinde demlediği çayı içmem için yaptığı davetlere yatağımdan kalkarak yüksünmeden icabet ettim kendimi bildim bileli. 

Yeşil çayın moda olduğu, beyaz çaya da meyledildiği bu günlerde çay siyah olmalı illa ki! Dünyadaki bütün hastalıklara, sorunlara derman olduğunu ispatlasalar bile yeşil çay olmaz tercihim, beyazı zaten denemedim ama netim siyah konusunda. İnatçıyım hatta:) Habire şuna zararlı, bunu azaltır deyip KARAlama kampanyası yapsalar da, yararlarının daha çok olduğuna inanırım. Mutlu ediyor tiryakilerini daha ne olsun?!

Babam ve benden sonra, çaysak (annemin deyimiyle çay tiryakileri:) aile fertlerine Minnoş da eklendi. Kelime dağarcığına "çay" kelimesini eklediğinden beri  bizim içtiğimiz çayları görünce, bir kaç damla çaya soğuk su ve şeker katılmış bir nevi şerbet kıvamında çayı ısrarla " Çay, çay, çay" diye bağırıp  istiyor. Yaşına uygun bitki çaylarına aynı hazla atılmadı hiç ama babamın herkesin itirazına rağmen bir kez denettiği çayın tiryakisi oluverdi. Onun durumunda genetik ne kadar işledi bilmem ama Minnoş'a acayip model olduk, sonu hayrolsun:)





ÇAY ÇAY ÇAY

Damak zevkinin, genetik ya da psikolojik olarak belirlendiği ve değişebilir olduğu bilim adamlarınca tartışıladursun, bizim ailede 3 kuşaktır abartılı bir çay sevdası hakim. Türk milleti olarak zaten milli içeceğimiz ayran değil çay sayılmalı milletçe çay sevdamızdan dolayı ama bizim durumumuz bir bağımlılık düzeyinde gözetim altına alınabilir abartıda.

Daha önceki nesillerde durum nedir bilmiyorum ama babamın sabah kalkar kalkmaz yaktığı sigarasına eşlik eden zift kıvamındaki, uzun uzun kaynatılıp demlenmeye bırakılmış, üstünden kısacık zaman geçse de defalarca yine yeni yeniden ritüel halinde az şekerli çayı dillere destandır.

 Bayrağı ondan devralan ben, üniversiteden beri çaya benzeyen her şeyi içip çay konusundaki tiryakiliğine gustosunu ekleyememiş bir tiryakiyim. O, ince belli bardakla içer çayı, ben kazan boyutunda kupalarla. Ben üniversite yurdundan beri herkesin kaşığını daldırdığı toz şekeri kullanmamak, kantine de şeker taşıamamak için şekersiz içerim çayı, o çay kaşığının ucuyla aldığı az şekerle. Birebir kopya değil yani tiryakiliğimiz. 

Ama ben de onun gibi çaya kavuşamazsam baş ağrısı ile gezerim, çaya verdiğim parayı yemeğe, giysiye, başka bir  zevke vermemiş olabilirim hayatım boyunca. Babamın gecenin 2sinde demlediği çayı içmem için yaptığı davetlere yatağımdan kalkarak yüksünmeden icabet ettim kendimi bildim bileli. 

Yeşil çayın moda olduğu, beyaz çaya da meyledildiği bu günlerde çay siyah olmalı illa ki! Dünyadaki bütün hastalıklara, sorunlara derman olduğunu ispatlasalar bile yeşil çay olmaz tercihim, beyazı zaten denemedim ama netim siyah konusunda. İnatçıyım hatta:) Habire şuna zararlı, bunu azaltır deyip KARAlama kampanyası yapsalar da, yararlarının daha çok olduğuna inanırım. Mutlu ediyor tiryakilerini daha ne olsun?!

Babam ve benden sonra, çaysak (annemin deyimiyle çay tiryakileri:) aile fertlerine Minnoş da eklendi. Kelime dağarcığına "çay" kelimesini eklediğinden beri  bizim içtiğimiz çayları görünce, bir kaç damla çaya soğuk su ve şeker katılmış bir nevi şerbet kıvamında çayı ısrarla " Çay, çay, çay" diye bağırıp  istiyor. Yaşına uygun bitki çaylarına aynı hazla atılmadı hiç ama babamın herkesin itirazına rağmen bir kez denettiği çayın tiryakisi oluverdi. Onun durumunda genetik ne kadar işledi bilmem ama Minnoş'a acayip model olduk, sonu hayrolsun:)





11 Kasım 2014 Salı

BAYKUŞUMSU

Bugün dersim normalden geç başlıyordu ve ilk defa saatin çalışıyla uyandım uzun zamandır. Saati kursam bile öncesinde uyanıveriyorum çok uzun süredir. Çalışırken sabahın köründe kalkan biri olsam da saattin çalmasından önce uyanıyorum, hafta sonu da bu alışkanlıkla erkenden ayağa dikiliyorum. Yazın da gecenin körü mefhumu sabahın ilk ışıklarına varmaya başlıyor, yine 6 saat civarı uyuyabiliyorum. 

İnsanların uyku düzeni açısından tavuklar ve baykuşlar olarak sınıflandırıldığını bilirdim. Kendimi de çocukken bile erken yatamayan biri olarak baykuş sınıfına sokmam zor olmadı. Çok küçükken bile uzun bir süre "Uykudan Önce" programından, "Haydi çocuklar uykuya!" çağrısından ciddi şekilde nefret ettim. Akşam haberleri sırasında yere yastık koyup uyuyakalan kuzenlerime de hiç imrenmedim o yaşlarda. Hala saat 21:30'da televizyonda beliren uyku uyarısını görünce benim gibi çocukların ne düşündüklerini iyi bildiğimi düşünürken yakalarım kendimi. Ailem de pes etmişti erken yatmamız konusunda diretme hususunda, yatsam da saatlerce dönüp duracağımı bilirlerdi. 

Nitekim,  bu yazıda belirtildiğine göre ben hafta içi baykuş değilmişim. Uykusunu alınca uyanan "normal" sınıfına giriyormuşum. Hafta sonu ve tatillerdeyse gece yarısından sonra yattığım için  baykuş olduğuma göre, yarı baykuş yarı normal insan kıvamında baykuşumsu  bir yaratık oluyorum sanırım.

Bu yaşıma giridm yeni bir şey daha öğrendim. Kısa günün karı diyelim de, şapka olmayınca a üstünde, anlam da çek çek uzasın cinsinden...

BAYKUŞUMSU

Bugün dersim normalden geç başlıyordu ve ilk defa saatin çalışıyla uyandım uzun zamandır. Saati kursam bile öncesinde uyanıveriyorum çok uzun süredir. Çalışırken sabahın köründe kalkan biri olsam da saattin çalmasından önce uyanıyorum, hafta sonu da bu alışkanlıkla erkenden ayağa dikiliyorum. Yazın da gecenin körü mefhumu sabahın ilk ışıklarına varmaya başlıyor, yine 6 saat civarı uyuyabiliyorum. 

İnsanların uyku düzeni açısından tavuklar ve baykuşlar olarak sınıflandırıldığını bilirdim. Kendimi de çocukken bile erken yatamayan biri olarak baykuş sınıfına sokmam zor olmadı. Çok küçükken bile uzun bir süre "Uykudan Önce" programından, "Haydi çocuklar uykuya!" çağrısından ciddi şekilde nefret ettim. Akşam haberleri sırasında yere yastık koyup uyuyakalan kuzenlerime de hiç imrenmedim o yaşlarda. Hala saat 21:30'da televizyonda beliren uyku uyarısını görünce benim gibi çocukların ne düşündüklerini iyi bildiğimi düşünürken yakalarım kendimi. Ailem de pes etmişti erken yatmamız konusunda diretme hususunda, yatsam da saatlerce dönüp duracağımı bilirlerdi. 

Nitekim,  bu yazıda belirtildiğine göre ben hafta içi baykuş değilmişim. Uykusunu alınca uyanan "normal" sınıfına giriyormuşum. Hafta sonu ve tatillerdeyse gece yarısından sonra yattığım için  baykuş olduğuma göre, yarı baykuş yarı normal insan kıvamında baykuşumsu  bir yaratık oluyorum sanırım.

Bu yaşıma giridm yeni bir şey daha öğrendim. Kısa günün karı diyelim de, şapka olmayınca a üstünde, anlam da çek çek uzasın cinsinden...

4 Kasım 2014 Salı

RAPORLU HAFTANIN ÖZETİ

Geçen hafta raporlu olunca yuvaya döndüm fırsattan istifade. Zaten Minnoş, Ankara'ya doktora götürülecekti. Her nezle oluşunda ciğerleri doluyor ve hastanelik oluyor. Benden miras genetik yatkınlık olunca da astımdan şüphelenilmişti, o yüzden tavsiye üzerine bulunan bir doktorun yolunu tutması gerekti, ben de onunla alerji uzmanının yolunu tuttum meraktan. 

Gitmeden bir de grip aşısı oldum, kolum balon gibi oldu ilk defa. Daha önce 4 kez aşı oldum, ilk üçünde gripten beterdi halim. Mide bulantısı, baş dönmesi, ses kısıklığı hafta boyunca sürmüştü, tek iyi yanı burun akıntısının olmamasıydı. Bazı bünyeler, bu tepkiyi verirmiş öğrendiğime göre. Bendeki de ne bahtsa, nadir bulunan özelliğim nanemolla bünyem:)

Bütün hafta hastalıkla geçmedi neyse ki! Kardeşim, çalışan bir anne olduğundan Minnoş'a annem ve babam bakıyor hafta içi. Ben de eklendim bakım veren listesine neredeyse 10 gün. Daha doğrusu, yeme, içme, alt temizleme, uyutma gibi temel ihtiyaçları annem halletti, ben işin eğlenceli kısmını devraldım. Sabah 8.30'da, gece geç yatmanın etkisiyle uykulu olsam da, o geliyor diye kalktım. Kahvaltı sonrası abuk subuk müziklerle deli gibi dans edip tepindik, bağırarak şarkıları deforme edip söyledim, onu güldürdüm, güldüm, eğlendim. Sadece 1 gün teze göz atabildim ama değdi. 

Gelmeden 1 gün önce de küçük teyzesi dışında aile fertlerinin olduğu, baba tarafının da dahil olduğu, doktor randevusu nedeniyle gecikmeli kutladığımız bir doğum günü yaptık. Her fırsatta pasta üfleyen Minnoş, bu kez "İyi ki doğdun!" tezahüratı yapan sayısı artınca başka bir mest oldu. Hayran kitlesinin çoğalmasına sevindi yavrucak:) Uyku vakti gelince, yavaş yavaş evlerimizin yoluna koyulduk. 

Babası bizi eve bırakmak üzereyken yaygarayı koparıp evin dış kapısında dikildi. Uyusun diye "Ben aşağıdan bir şeyler alıp geleceğim, sen evde bekle." diye bir martaval çıktı ağzımdan. Çocukcağız, babası bizi bırakıp eve dönünce arkasında beni aramış, "İye, iye" (Teyze, oluyor İYE:) diye. Gecenin köründe ağlama krizlerine girmiş. Çok kötü oldum, her şeyi anladığını unutup gaflete düştüm, yavrucağızı kandırmış bulundum. Alışmamış ağızda martaval patladı anlayacağınız! Minnoş'u üzdüğümle kaldım:(

Üstüne, ertesi gün yola çıkacakken bir de terminalde babası onu oyaladı,  gözden kaybolduğumu önce fark etmedi ama tam arabalarına bineceklerken beni otobüste görüverdi, bir kıyamet de orada koptu. Ağlama krizlerine girmiş arkamdan yine. Dün de önce yattığım odayı, sonra bütün evi aramış bize gelince. Bulamayınca yine ağlamış. Özlenmek güzel de, onu üzmek değil!

RAPORLU HAFTANIN ÖZETİ

Geçen hafta raporlu olunca yuvaya döndüm fırsattan istifade. Zaten Minnoş, Ankara'ya doktora götürülecekti. Her nezle oluşunda ciğerleri doluyor ve hastanelik oluyor. Benden miras genetik yatkınlık olunca da astımdan şüphelenilmişti, o yüzden tavsiye üzerine bulunan bir doktorun yolunu tutması gerekti, ben de onunla alerji uzmanının yolunu tuttum meraktan. 

Gitmeden bir de grip aşısı oldum, kolum balon gibi oldu ilk defa. Daha önce 4 kez aşı oldum, ilk üçünde gripten beterdi halim. Mide bulantısı, baş dönmesi, ses kısıklığı hafta boyunca sürmüştü, tek iyi yanı burun akıntısının olmamasıydı. Bazı bünyeler, bu tepkiyi verirmiş öğrendiğime göre. Bendeki de ne bahtsa, nadir bulunan özelliğim nanemolla bünyem:)

Bütün hafta hastalıkla geçmedi neyse ki! Kardeşim, çalışan bir anne olduğundan Minnoş'a annem ve babam bakıyor hafta içi. Ben de eklendim bakım veren listesine neredeyse 10 gün. Daha doğrusu, yeme, içme, alt temizleme, uyutma gibi temel ihtiyaçları annem halletti, ben işin eğlenceli kısmını devraldım. Sabah 8.30'da, gece geç yatmanın etkisiyle uykulu olsam da, o geliyor diye kalktım. Kahvaltı sonrası abuk subuk müziklerle deli gibi dans edip tepindik, bağırarak şarkıları deforme edip söyledim, onu güldürdüm, güldüm, eğlendim. Sadece 1 gün teze göz atabildim ama değdi. 

Gelmeden 1 gün önce de küçük teyzesi dışında aile fertlerinin olduğu, baba tarafının da dahil olduğu, doktor randevusu nedeniyle gecikmeli kutladığımız bir doğum günü yaptık. Her fırsatta pasta üfleyen Minnoş, bu kez "İyi ki doğdun!" tezahüratı yapan sayısı artınca başka bir mest oldu. Hayran kitlesinin çoğalmasına sevindi yavrucak:) Uyku vakti gelince, yavaş yavaş evlerimizin yoluna koyulduk. 

Babası bizi eve bırakmak üzereyken yaygarayı koparıp evin dış kapısında dikildi. Uyusun diye "Ben aşağıdan bir şeyler alıp geleceğim, sen evde bekle." diye bir martaval çıktı ağzımdan. Çocukcağız, babası bizi bırakıp eve dönünce arkasında beni aramış, "İye, iye" (Teyze, oluyor İYE:) diye. Gecenin köründe ağlama krizlerine girmiş. Çok kötü oldum, her şeyi anladığını unutup gaflete düştüm, yavrucağızı kandırmış bulundum. Alışmamış ağızda martaval patladı anlayacağınız! Minnoş'u üzdüğümle kaldım:(

Üstüne, ertesi gün yola çıkacakken bir de terminalde babası onu oyaladı,  gözden kaybolduğumu önce fark etmedi ama tam arabalarına bineceklerken beni otobüste görüverdi, bir kıyamet de orada koptu. Ağlama krizlerine girmiş arkamdan yine. Dün de önce yattığım odayı, sonra bütün evi aramış bize gelince. Bulamayınca yine ağlamış. Özlenmek güzel de, onu üzmek değil!

13 Ekim 2014 Pazartesi

HABERDAR OLMA HAKKI

Minnoş, dün gece acillik olmuş, gece hastanede yatmış yine. Tabii ben bunu hastaneden çıktıklarında, küçük kardeşim sayesinde öğrendim. Bana da, ona da söylenmemiş üzülmeyelim diye.

Ailemin bizi üzüntülerden koruma mekanizması bu şekilde işliyor çoğu zaman. Çaresi olmayan, bir katkımızın olamayacağı, sadece üzülmekle yetineceğimizi düşündükleri olayları saklamayı tercih ediyorlar. Dedemin ve babaannemin ölümü bir süre saklanmıştı, babam bayılıp düşünce, Minnoş yine hastanelik olunca da durum değişmedi. Bulaşıcı mıdır bilmem, eniştem de teyzemin kanserin son evresinde olduğunu hepimizden saklamıştı biz onu ilk evrede zannedip umutla beklerken. Şoku atlatmamız uzun sürdü haliyle.

Süreç ya da sonuç olumsuz da olsa, saklanmaması taraftarıyım. Sevdiklerimizi korumak, üzmemek adına olumsuzlukları saklamak onları olumsuzluklar karşısında hazırlıklı kılmıyor, olumsuzluklara karşı aniden bir emrivakiyle karşı karşıya bırakıveriyor. İçsel bir süreçten geçip kabullenmeye giden yola hazırlık yapabilecekken, pat diye süreçten habersiz sonucun içine itiveriyor. 

Hayat, maalesef her zaman olumlu gelişmelerle selamlamıyor bizi. Koruma dürtüsüyle gerçekleri saklamak, haber alma özgürlüğü kadar gardımızı almayı da engelliyor bence. 

HABERDAR OLMA HAKKI

Minnoş, dün gece acillik olmuş, gece hastanede yatmış yine. Tabii ben bunu hastaneden çıktıklarında, küçük kardeşim sayesinde öğrendim. Bana da, ona da söylenmemiş üzülmeyelim diye.

Ailemin bizi üzüntülerden koruma mekanizması bu şekilde işliyor çoğu zaman. Çaresi olmayan, bir katkımızın olamayacağı, sadece üzülmekle yetineceğimizi düşündükleri olayları saklamayı tercih ediyorlar. Dedemin ve babaannemin ölümü bir süre saklanmıştı, babam bayılıp düşünce, Minnoş yine hastanelik olunca da durum değişmedi. Bulaşıcı mıdır bilmem, eniştem de teyzemin kanserin son evresinde olduğunu hepimizden saklamıştı biz onu ilk evrede zannedip umutla beklerken. Şoku atlatmamız uzun sürdü haliyle.

Süreç ya da sonuç olumsuz da olsa, saklanmaması taraftarıyım. Sevdiklerimizi korumak, üzmemek adına olumsuzlukları saklamak onları olumsuzluklar karşısında hazırlıklı kılmıyor, olumsuzluklara karşı aniden bir emrivakiyle karşı karşıya bırakıveriyor. İçsel bir süreçten geçip kabullenmeye giden yola hazırlık yapabilecekken, pat diye süreçten habersiz sonucun içine itiveriyor. 

Hayat, maalesef her zaman olumlu gelişmelerle selamlamıyor bizi. Koruma dürtüsüyle gerçekleri saklamak, haber alma özgürlüğü kadar gardımızı almayı da engelliyor bence. 

8 Ekim 2014 Çarşamba

SONA ERMEYEN YAZI


Yarın teyzemin 4. ölüm yıl dönümü. Ciddi anlamda yetişkinken kaybettiğim ilk yakınımın. En son lise ve üniversitede aile büyüklerimizi kaybetmiştik, yine çok acıydı ama bu başka. Teyzemi çok özlememin dışında, deli gibi ebeveynini kaybetmekten korkan benim için onları kaybetme ihtimalini habire hatırlattığı için belki de. 

Hayattaki zor anlarımda aile fertlerimin yüzlerini gözümün önünden bir film şeridi gibi geçirip güç toplarım. Çocukken başladığım bir alışkanlık bu. O film şeridinden bir karenin kopması, fikir olarak bile katlanmakta güçlük çektiğim bir durum. Ne olursa olsun, "Ailem hayatta ya!" deyip katlanabilirmişim gibi gelir bu yüzden. Bu koşullu bir tahammül gücü, bu nedenle çok kırılgan, bunun da farkındayım. Çok küçükken bile hep birlikte ölmek için dualar ederdim, büyüyünce bencilce olduğunu fark edip vazgeçtim bu duadan, daha önce ölen olmayı ister oldum. Ölüm acısı, yaptıklarımdan / yapamadıklarımdan doğan vicdan azabı, özlem gibi ölümün getirdiği olumsuzluklardan kaçmak için...






SONA ERMEYEN YAZI


Yarın teyzemin 4. ölüm yıl dönümü. Ciddi anlamda yetişkinken kaybettiğim ilk yakınımın. En son lise ve üniversitede aile büyüklerimizi kaybetmiştik, yine çok acıydı ama bu başka. Teyzemi çok özlememin dışında, deli gibi ebeveynini kaybetmekten korkan benim için onları kaybetme ihtimalini habire hatırlattığı için belki de. 

Hayattaki zor anlarımda aile fertlerimin yüzlerini gözümün önünden bir film şeridi gibi geçirip güç toplarım. Çocukken başladığım bir alışkanlık bu. O film şeridinden bir karenin kopması, fikir olarak bile katlanmakta güçlük çektiğim bir durum. Ne olursa olsun, "Ailem hayatta ya!" deyip katlanabilirmişim gibi gelir bu yüzden. Bu koşullu bir tahammül gücü, bu nedenle çok kırılgan, bunun da farkındayım. Çok küçükken bile hep birlikte ölmek için dualar ederdim, büyüyünce bencilce olduğunu fark edip vazgeçtim bu duadan, daha önce ölen olmayı ister oldum. Ölüm acısı, yaptıklarımdan / yapamadıklarımdan doğan vicdan azabı, özlem gibi ölümün getirdiği olumsuzluklardan kaçmak için...






27 Ağustos 2014 Çarşamba

22

Minnoş'un 22. ayını sürdüğü bu günlerde (ay dönümü kutlamalarına devam,  gelsin her bahaneye üflenen mumlar!)  ve çok daha öncesinde, bizim ahalide benim de tam, günü gününe hem de, 22 aylıkken kardeş sahibi olup "abla" payesi edinmemi konuşur olduk. Ne kadar küçük, savunmasız, ilgiye muhtaç olduğuna bakıp bakıp, her anını daha da ilgiyle gözlemleyerek kardeşimle aramızdaki yaş farkının azlığının herkese haksızlık olduğuna kanaat getirmiş bulunduk. 

Özellikle annem, beni o yaşta istemeden de olsa abla yaptıkları için bana haksızlık ettiğine karar vermiş durumda. Torununun bu yaşta ağabey olma ihtimalini düşünüp bu ihtimali korkunç bulmakta, büyük olanın daha çok ihmal edileceğini düşünüp üzülmekte yani. Ben o yaşlarda, derdini anlatan bir bebe-çocukmuşum, o yüzden Minnoş ile kıyaslama yapmaya başlamadan kardeşler arasındaki 22 aylık fark ona çok da az gelmezdi. Şimdi önünde  daha somut bir örnek dururken fark daha çarpıcı geldi.

Biz de, merdivenli ve sobalı bir evde, bugünün teknolojisi olmadan, başkasından da yardım almadan 2 çocuğa bakmak durumunda olduğu için kendimizi onun yerine koyup eski hallerine acımaktayız. Karşılıklı empatiyi açmış bir sempati hali yani. 

Abla olmaktan yana bir sıkıntım olmasa da, illa çoğalma ihityacı duyuluyorsa (bizimkilerinki bilinçli olmamış o yaşlardaki hemen herkesinki gibi) çocuklar arasındaki yaş farkının anne- babayı da, çocukları da mağdur etmemesi gerektiğine inanıyorum. Tam 2 yaş krizi evrelerinde bir kardeş sahibi olmak, bende mutlaka izler bırakmıştır. Titizlikle hatta obsessiflikle eleştirildiğimde kendimi böyle savunuyorum:) 

22

Minnoş'un 22. ayını sürdüğü bu günlerde (ay dönümü kutlamalarına devam,  gelsin her bahaneye üflenen mumlar!)  ve çok daha öncesinde, bizim ahalide benim de tam, günü gününe hem de, 22 aylıkken kardeş sahibi olup "abla" payesi edinmemi konuşur olduk. Ne kadar küçük, savunmasız, ilgiye muhtaç olduğuna bakıp bakıp, her anını daha da ilgiyle gözlemleyerek kardeşimle aramızdaki yaş farkının azlığının herkese haksızlık olduğuna kanaat getirmiş bulunduk. 

Özellikle annem, beni o yaşta istemeden de olsa abla yaptıkları için bana haksızlık ettiğine karar vermiş durumda. Torununun bu yaşta ağabey olma ihtimalini düşünüp bu ihtimali korkunç bulmakta, büyük olanın daha çok ihmal edileceğini düşünüp üzülmekte yani. Ben o yaşlarda, derdini anlatan bir bebe-çocukmuşum, o yüzden Minnoş ile kıyaslama yapmaya başlamadan kardeşler arasındaki 22 aylık fark ona çok da az gelmezdi. Şimdi önünde  daha somut bir örnek dururken fark daha çarpıcı geldi.

Biz de, merdivenli ve sobalı bir evde, bugünün teknolojisi olmadan, başkasından da yardım almadan 2 çocuğa bakmak durumunda olduğu için kendimizi onun yerine koyup eski hallerine acımaktayız. Karşılıklı empatiyi açmış bir sempati hali yani. 

Abla olmaktan yana bir sıkıntım olmasa da, illa çoğalma ihityacı duyuluyorsa (bizimkilerinki bilinçli olmamış o yaşlardaki hemen herkesinki gibi) çocuklar arasındaki yaş farkının anne- babayı da, çocukları da mağdur etmemesi gerektiğine inanıyorum. Tam 2 yaş krizi evrelerinde bir kardeş sahibi olmak, bende mutlaka izler bırakmıştır. Titizlikle hatta obsessiflikle eleştirildiğimde kendimi böyle savunuyorum:) 

6 Ağustos 2014 Çarşamba

AĞUSTOS BİR GELDİ, PİR GELDİ

Temmuz ortalarından itibaren benim için geri sayımım başlar. Birlikte şu kadar gün kaldığını, denizi şu kadar zaman göremeyeceğimi söylenir dururum. Cerenmus'un bahsettiği yaşamın Temmuz, Ağustos ve sonra gelecekse diğer dönemleri ile ilgili bir derdim yok ama Ağuıstos'ta bilet ayarlama, boş eve dönüp evi temizleme gibi çabuk çözülecek sorunları dert ederim yıllardır. Bu sorunların asıl kaynağı özlemle baş etme, bunun farkındayım ama terzi ve sökük meselesi işte!

Ağustos geldi pir geldi zaten. Kuzenin kına ve nikahı gibi zorunlu bir etkinlik dolayısıyla il dışına çıkmak gerekti ailecek. Zaten sevmiyorum bu teraneleri ama kuzenin hatrına gittik, toplumsal varlıklarız ya bir de, aman ayıp olmasın.  Minnoş, havale geçirip durduğu için il dışına ilk kez sağlık sorunları nedeniyle çıkmıştı, o da Ankara kırsalına. Bu kez, Öğrenen Anne'nin Seyşeller tatilini falan örnek verip gaza getirdik anne ve babasını, Amasra'da ev tutuldu birkaç günlüğüne. Tabii hepimiz öğrenen anneanne, dede, teyzeler ve enişte olarak gördük ki, Minnoş'un şansına yağmurlu giden hava sağlığına da iyi gelmedi. Erken dönülen tatilde zaten nanemolla olan Minnoş, dün geceyi hastanede geçirdi. Teyzesi benden gelen astıma yatkın alerjik bünye, ömrümüzden ömür aldı. Nefes alırken zorlandığını görmek, nefesimizi tıkadı.  "Hastanelerin yokluğunu görmeyelim ama yolumuz da düşmesin." temennileriyle atlattık bu süreci de. Tekrarı olmasın.Evde olmak güzel:)

AĞUSTOS BİR GELDİ, PİR GELDİ

Temmuz ortalarından itibaren benim için geri sayımım başlar. Birlikte şu kadar gün kaldığını, denizi şu kadar zaman göremeyeceğimi söylenir dururum. Cerenmus'un bahsettiği yaşamın Temmuz, Ağustos ve sonra gelecekse diğer dönemleri ile ilgili bir derdim yok ama Ağuıstos'ta bilet ayarlama, boş eve dönüp evi temizleme gibi çabuk çözülecek sorunları dert ederim yıllardır. Bu sorunların asıl kaynağı özlemle baş etme, bunun farkındayım ama terzi ve sökük meselesi işte!

Ağustos geldi pir geldi zaten. Kuzenin kına ve nikahı gibi zorunlu bir etkinlik dolayısıyla il dışına çıkmak gerekti ailecek. Zaten sevmiyorum bu teraneleri ama kuzenin hatrına gittik, toplumsal varlıklarız ya bir de, aman ayıp olmasın.  Minnoş, havale geçirip durduğu için il dışına ilk kez sağlık sorunları nedeniyle çıkmıştı, o da Ankara kırsalına. Bu kez, Öğrenen Anne'nin Seyşeller tatilini falan örnek verip gaza getirdik anne ve babasını, Amasra'da ev tutuldu birkaç günlüğüne. Tabii hepimiz öğrenen anneanne, dede, teyzeler ve enişte olarak gördük ki, Minnoş'un şansına yağmurlu giden hava sağlığına da iyi gelmedi. Erken dönülen tatilde zaten nanemolla olan Minnoş, dün geceyi hastanede geçirdi. Teyzesi benden gelen astıma yatkın alerjik bünye, ömrümüzden ömür aldı. Nefes alırken zorlandığını görmek, nefesimizi tıkadı.  "Hastanelerin yokluğunu görmeyelim ama yolumuz da düşmesin." temennileriyle atlattık bu süreci de. Tekrarı olmasın.Evde olmak güzel:)