21 Nisan 2014 Pazartesi

STAJ

Son bir kaç yıldır olduğu gibi bu yıl da okula staj için öğretmenler geliyor. Son sınıfta okuyanlar, mesleği doğal ortamında uygulamalı öğrenme deneyimi yaşıyorlar sözde. Sözde diyorum (yazıyorum:) çünkü sınıfta gözlemci olarak bizim bulunmamız olayın doğallığına, eşyanın tabiatına aykırı. Sınıfa kendi yöntemleriyle hitap edeceklerse bile müfettiş gibi sınıfta oturup gözlem yapmamız, onlara not vermemiz gibi gerçekler ortadayken kendilerine özgü tarzlarını ortaya koymaları çok da mümkün gelmiyor bana.

Tüm bu nedenlerden, yaptığımız gözlemin neyi ne kadar öğretebildiklerini gözlemlemekten ibaret olduğunu düşünüyorum. Ancak herhangi bir sınıfla başbaşa kaldıklarında, kendi tarzlarını, değer yargılarını, kurallarını ortaya koyabildikleri bir tarz ortaya koyma şansları olabilecek. Bu yüzden, dönem boyunca en az bir kez de olsa, bu deneyimi yaşamalarına imkan sağlamaya çalışıyorum. Bir yandan, bunu onlara da açıklama ihtiyacı duyuyorum çünkü yazılıları onlara okutan, notları kendileri girmeyip stajyer öğrenciye şifre verip staj notunu girdiren, tüm dönem boyunca derslerden kaytarıp onları derse sokan o kadar branşdaşım oldu ki, ben de yanlış anlaşılma kaygısı yaşıyorum. Kaytarmadığım halde, yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum. Mesleğe atıldıklarında, etik değerlerin de olduğunu bilsinler istiyorum. Biz onları gözlemlerken, onların da bizi gözlemlediklerinden eminim çünkü. 

STAJ

Son bir kaç yıldır olduğu gibi bu yıl da okula staj için öğretmenler geliyor. Son sınıfta okuyanlar, mesleği doğal ortamında uygulamalı öğrenme deneyimi yaşıyorlar sözde. Sözde diyorum (yazıyorum:) çünkü sınıfta gözlemci olarak bizim bulunmamız olayın doğallığına, eşyanın tabiatına aykırı. Sınıfa kendi yöntemleriyle hitap edeceklerse bile müfettiş gibi sınıfta oturup gözlem yapmamız, onlara not vermemiz gibi gerçekler ortadayken kendilerine özgü tarzlarını ortaya koymaları çok da mümkün gelmiyor bana.

Tüm bu nedenlerden, yaptığımız gözlemin neyi ne kadar öğretebildiklerini gözlemlemekten ibaret olduğunu düşünüyorum. Ancak herhangi bir sınıfla başbaşa kaldıklarında, kendi tarzlarını, değer yargılarını, kurallarını ortaya koyabildikleri bir tarz ortaya koyma şansları olabilecek. Bu yüzden, dönem boyunca en az bir kez de olsa, bu deneyimi yaşamalarına imkan sağlamaya çalışıyorum. Bir yandan, bunu onlara da açıklama ihtiyacı duyuyorum çünkü yazılıları onlara okutan, notları kendileri girmeyip stajyer öğrenciye şifre verip staj notunu girdiren, tüm dönem boyunca derslerden kaytarıp onları derse sokan o kadar branşdaşım oldu ki, ben de yanlış anlaşılma kaygısı yaşıyorum. Kaytarmadığım halde, yanlış anlaşılmaktan çekiniyorum. Mesleğe atıldıklarında, etik değerlerin de olduğunu bilsinler istiyorum. Biz onları gözlemlerken, onların da bizi gözlemlediklerinden eminim çünkü. 

17 Nisan 2014 Perşembe

AÇIK AİLE: HEM KADIN, HEM ERKEK AÇIKSA CEREYAN YAPAR!

Dün akşam, bir kaç yıldır oynayan ama biletleri hemen tükendiğinden izleyemediğim bir tiyatro oyununu yani Açık Aile'yi  izlemeye gittim. Yalnız başına gezmekten çok keyif alıp kendini oyalama konusunda sıkıntı yaşamayan biriyim ama sanırım bir oyuna ilk defa yalnız gidişimdi bu. 

Program yapıp biletleri almadan önce birbirimizi haberdar ettiğimiz, biletleri müsait alanın aldığı bir arkadaş grubum var. Bu kez, oyuna gitmeyi planladığımız arkadaşım, gözleri rahat görmediği için kalan yerlerden almaya cesaret edemedi, sahne amfi tiyatro tarzı eğimli değil çünkü oyunun oynadığı salonda. Öndeki kafalardan bazen sahneyi izlemek imkansızlaşıyor.Yine de, sezon bitmek üzereyken ben de oyunu kaçırmak istemedim ve bileti bir kaç hafta öncesinden önlerden ve en köşeden bulabildim.


Mesaiden sonra, yemek, üst baş değiştirme faslından sonra oyunun oynadığı Gençlik Merkezi'ne 45 dakika önceden gidip kendime çay ve tatlı keyfi yaptım önce. 

Ve perde!...(Burada, oyunun konusundan bahsedeceğim. İzleme şansı olmayanlar bilsin istedim ama izleyebilecek olanlar, okumayabilirler!)

Açık Aile, seyirciyi de, teknik ekibi de içine alan çok dinamik ve interaktif, iki kişilik bir oyun. Özellikle Özlem Boyacı harikalar yaratıyor. Eşini sürekli aldatan bir adam, aldatılmaya dayanamayıp sürekli intihar girişimine yeltenen bir kadın. Konu vahim olsa da, oyun komedi dolu. Adamın karısına açık aile sistemine uymalarını tavsiye etmesiyle curcuna başlıyor. Kadın önce zayıflamaya, diskolara gitmeye, etrafı kesmeye başlıyor. Bu arada, adamın da işleri tıkırında. Her sevgilisini eve getirme özgürlüğü var, bazılarına aşık oluyor, hamile kalmamaları için doktora götürmesini bile eşinden isteyecek kadar yüzsüzlük yapabiliyor, annesi gibi gördüğünü söylediği karısının değişim çabalarıyla dalga geçiyor. Ta ki kadın; iş bulup,  kendine ev tutup, bir de gerçekten aşık olana kadar! Atomla ilgili çalışmalar yapan, rockçı, gitar ve piyano çalan, kadın için şarkı yapan, birlikte olmak için kadının hazır olmasını bekleyen, romantik, 5 diplomalı Nobel'e aday bir profesöre. Adam, kendini bu yeni adamla kıyaslamaya ve kadına tekrar ilan-ı aşk etmeye başlıyor, başlıktaki sözü söylüyor, intihar edeceğini dile getirip duruyor. İşler tersine dönüyor yani! Kadın, kocasına kıyamayıp ona profesörün hayali olduğunu bile söylüyor ama gerçek anlaşılıyor, adam intihar ediyor sonunda. 

Kadına ve erkeğe biçilen toplumsal rolleri o kadar tempolu ve keyifli anlatan bir oyundan sonra, bu konuda tekrar kafa yormamak mümkün değil. Benim aklıma üşüşenler şunlar oldu:

- Erkeklerin, hayatlarındaki kadının bir başkasına aşık olma ihtimalinden ne denli etkilenebildikleri,
-Aşık olunan adamı daha üstün nitelikli olarak adlandırmışlarsa özgüvenlerinin çöktüğü, 
- Aldatılan kadınların suçu kendilerinde arayıp değişime kendilerinden başlama çabaları,
-İlişkiden gitmeye gönlü ya da mecali olmayanın gururunu ayaklar altına alabildiği ve bu yüzden kendisine saygısının kalmadığı,
-Kısasa kısasın özellikle yapan için can acıtıcı olabildiği, 
- Kadınların kendi ayakları üstünde durmasının ne kadar önemli olduğu,
-Açık aile sisteminin yaralar açabildiği,
-Aileye açık olmanın güzelliği ama açık ailenin kekremsi hali!


DİPNOT/DERİN NOT: Oyunun yazarları Dario Fo ve eşi Franca  Rame.







AÇIK AİLE: HEM KADIN, HEM ERKEK AÇIKSA CEREYAN YAPAR!

Dün akşam, bir kaç yıldır oynayan ama biletleri hemen tükendiğinden izleyemediğim bir tiyatro oyununu yani Açık Aile'yi  izlemeye gittim. Yalnız başına gezmekten çok keyif alıp kendini oyalama konusunda sıkıntı yaşamayan biriyim ama sanırım bir oyuna ilk defa yalnız gidişimdi bu. 

Program yapıp biletleri almadan önce birbirimizi haberdar ettiğimiz, biletleri müsait alanın aldığı bir arkadaş grubum var. Bu kez, oyuna gitmeyi planladığımız arkadaşım, gözleri rahat görmediği için kalan yerlerden almaya cesaret edemedi, sahne amfi tiyatro tarzı eğimli değil çünkü oyunun oynadığı salonda. Öndeki kafalardan bazen sahneyi izlemek imkansızlaşıyor.Yine de, sezon bitmek üzereyken ben de oyunu kaçırmak istemedim ve bileti bir kaç hafta öncesinden önlerden ve en köşeden bulabildim.


Mesaiden sonra, yemek, üst baş değiştirme faslından sonra oyunun oynadığı Gençlik Merkezi'ne 45 dakika önceden gidip kendime çay ve tatlı keyfi yaptım önce. 

Ve perde!...(Burada, oyunun konusundan bahsedeceğim. İzleme şansı olmayanlar bilsin istedim ama izleyebilecek olanlar, okumayabilirler!)

Açık Aile, seyirciyi de, teknik ekibi de içine alan çok dinamik ve interaktif, iki kişilik bir oyun. Özellikle Özlem Boyacı harikalar yaratıyor. Eşini sürekli aldatan bir adam, aldatılmaya dayanamayıp sürekli intihar girişimine yeltenen bir kadın. Konu vahim olsa da, oyun komedi dolu. Adamın karısına açık aile sistemine uymalarını tavsiye etmesiyle curcuna başlıyor. Kadın önce zayıflamaya, diskolara gitmeye, etrafı kesmeye başlıyor. Bu arada, adamın da işleri tıkırında. Her sevgilisini eve getirme özgürlüğü var, bazılarına aşık oluyor, hamile kalmamaları için doktora götürmesini bile eşinden isteyecek kadar yüzsüzlük yapabiliyor, annesi gibi gördüğünü söylediği karısının değişim çabalarıyla dalga geçiyor. Ta ki kadın; iş bulup,  kendine ev tutup, bir de gerçekten aşık olana kadar! Atomla ilgili çalışmalar yapan, rockçı, gitar ve piyano çalan, kadın için şarkı yapan, birlikte olmak için kadının hazır olmasını bekleyen, romantik, 5 diplomalı Nobel'e aday bir profesöre. Adam, kendini bu yeni adamla kıyaslamaya ve kadına tekrar ilan-ı aşk etmeye başlıyor, başlıktaki sözü söylüyor, intihar edeceğini dile getirip duruyor. İşler tersine dönüyor yani! Kadın, kocasına kıyamayıp ona profesörün hayali olduğunu bile söylüyor ama gerçek anlaşılıyor, adam intihar ediyor sonunda. 

Kadına ve erkeğe biçilen toplumsal rolleri o kadar tempolu ve keyifli anlatan bir oyundan sonra, bu konuda tekrar kafa yormamak mümkün değil. Benim aklıma üşüşenler şunlar oldu:

- Erkeklerin, hayatlarındaki kadının bir başkasına aşık olma ihtimalinden ne denli etkilenebildikleri,
-Aşık olunan adamı daha üstün nitelikli olarak adlandırmışlarsa özgüvenlerinin çöktüğü, 
- Aldatılan kadınların suçu kendilerinde arayıp değişime kendilerinden başlama çabaları,
-İlişkiden gitmeye gönlü ya da mecali olmayanın gururunu ayaklar altına alabildiği ve bu yüzden kendisine saygısının kalmadığı,
-Kısasa kısasın özellikle yapan için can acıtıcı olabildiği, 
- Kadınların kendi ayakları üstünde durmasının ne kadar önemli olduğu,
-Açık aile sisteminin yaralar açabildiği,
-Aileye açık olmanın güzelliği ama açık ailenin kekremsi hali!


DİPNOT/DERİN NOT: Oyunun yazarları Dario Fo ve eşi Franca  Rame.







14 Nisan 2014 Pazartesi

YANLIŞ KELİME: HIRS

TATİL DEYİNCE başlıklı yazımda anlatmıştım. Netteki oyunlara çok meraklı olmayan ben, "Kelimelik" adlı oyunu oynamaya başladım. Bu oyun, "scrabble" mantığının interaktif bir şekilde bilgisayar ya da telefon aracılığıyla oynanmasına dayalı. Kelime üretip beyin jimnastiği yapmak için birebir. 

Tatilden dönünce, çevremde de bu oyunu oynayan arkadaşlarım olduğunu öğrendim. Yabancılarla oynamaktansa, oyun üstüne geyik yapma şansımız da olsun ve aynı anda oyunun başına kurulalım diye birlikte oynuyoruz. Böylece, karşı tarafın atağını saatlerce beklemeden oyun oynamak mümkün olabiliyor. Birbirimize mesajlar iletebileceğimiz bir sohbet kısmının olması da cabası. Yoğunsak, uyuyacaksak, oyuna sonra devam etmek istiyorsak birbirimizi haberdar edebiliyoruz hatta yenene tebrik mesajları iletebiliyoruz.Oyunu oynayanların  kelime hazinesi kadar şansa da sahip olması gerekiyor. Öyle kelimeler üretebileceğiniz noktalarda, sesli harf gelmeyince bir şey yazmanız mümkün olamıyor. "Sesli gelmiyor!" diye dertleniyoruz. Genelde birbiriyle iletişim kurabilen, nazları birbirine geçen kişiler olunca rakipler, oyun çok keyifli çünkü bir yandan eğlenip, bir yandan da bulmaca çözer vaziyetteyiz. Birbirimizi motive de ediyoruz, "Bir dahakine olur." diyoruz. Buraya kadar her şey yolunda yani. Yalnız, grubumuzda bir arkadaşımız var ki, hırs küpü. Size sesli harf gelmezse, tepkisi "Teslim ol kısmına bas!", "Yazamayacaksan bekletme" falan oluyor. Genelde, onunla oynarken sesli harf fakiriyim ben. Kitap falan okumayı sevmediğini söyleyen bu arkadaşa sesli harf yağıyor ve kelimeleri art arda dizebiliyor, harf gelmeyince de hırslandığını ifade ediyor. Şansı rast gitsin ama ben, bir oyunu bile rekabet ortamına çevirdiği için onunla oynarken diğerleriyle oynarken aldığım keyfi almadığımı fark ediyorum bir süredir. Oyunu yavaştan oynayıp önce eş zamanlı oynadığım diğerlerine cevap verip, onun yeni oyun isteklerini görmezden gelebiliyorum. Galiba ben hayatımın her alanında azimli insanları sevdim ama hırslılardan uzak durmaya çalıştım. Bunu çoğu zaman bilinçli yaptım, ipleri koparma ihtiyacı duydum çünkü enerjimi sömürüyorlarmış gibi gelmiştir hep. Üniversitede "Kendi notlarımdan önce seninkine bakıyorum." diyen de, azmetse kendisiyle yarışacak ama hırsından başkasını hedef alan diğerleri de... 

YANLIŞ KELİME: HIRS

TATİL DEYİNCE başlıklı yazımda anlatmıştım. Netteki oyunlara çok meraklı olmayan ben, "Kelimelik" adlı oyunu oynamaya başladım. Bu oyun, "scrabble" mantığının interaktif bir şekilde bilgisayar ya da telefon aracılığıyla oynanmasına dayalı. Kelime üretip beyin jimnastiği yapmak için birebir. 

Tatilden dönünce, çevremde de bu oyunu oynayan arkadaşlarım olduğunu öğrendim. Yabancılarla oynamaktansa, oyun üstüne geyik yapma şansımız da olsun ve aynı anda oyunun başına kurulalım diye birlikte oynuyoruz. Böylece, karşı tarafın atağını saatlerce beklemeden oyun oynamak mümkün olabiliyor. Birbirimize mesajlar iletebileceğimiz bir sohbet kısmının olması da cabası. Yoğunsak, uyuyacaksak, oyuna sonra devam etmek istiyorsak birbirimizi haberdar edebiliyoruz hatta yenene tebrik mesajları iletebiliyoruz.Oyunu oynayanların  kelime hazinesi kadar şansa da sahip olması gerekiyor. Öyle kelimeler üretebileceğiniz noktalarda, sesli harf gelmeyince bir şey yazmanız mümkün olamıyor. "Sesli gelmiyor!" diye dertleniyoruz. Genelde birbiriyle iletişim kurabilen, nazları birbirine geçen kişiler olunca rakipler, oyun çok keyifli çünkü bir yandan eğlenip, bir yandan da bulmaca çözer vaziyetteyiz. Birbirimizi motive de ediyoruz, "Bir dahakine olur." diyoruz. Buraya kadar her şey yolunda yani. Yalnız, grubumuzda bir arkadaşımız var ki, hırs küpü. Size sesli harf gelmezse, tepkisi "Teslim ol kısmına bas!", "Yazamayacaksan bekletme" falan oluyor. Genelde, onunla oynarken sesli harf fakiriyim ben. Kitap falan okumayı sevmediğini söyleyen bu arkadaşa sesli harf yağıyor ve kelimeleri art arda dizebiliyor, harf gelmeyince de hırslandığını ifade ediyor. Şansı rast gitsin ama ben, bir oyunu bile rekabet ortamına çevirdiği için onunla oynarken diğerleriyle oynarken aldığım keyfi almadığımı fark ediyorum bir süredir. Oyunu yavaştan oynayıp önce eş zamanlı oynadığım diğerlerine cevap verip, onun yeni oyun isteklerini görmezden gelebiliyorum. Galiba ben hayatımın her alanında azimli insanları sevdim ama hırslılardan uzak durmaya çalıştım. Bunu çoğu zaman bilinçli yaptım, ipleri koparma ihtiyacı duydum çünkü enerjimi sömürüyorlarmış gibi gelmiştir hep. Üniversitede "Kendi notlarımdan önce seninkine bakıyorum." diyen de, azmetse kendisiyle yarışacak ama hırsından başkasını hedef alan diğerleri de... 

11 Nisan 2014 Cuma

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

"AH BİR ATAŞ VER"ME!


"Hayatım boyunca ağzıma sigara koymadım." diyebilme şansımı, daha yeni doğduğumda şimdi hayatta olmayan karşı komşumuz elimden almış. Ben ortalığı yıkarcasına, çığlık çığlığa ağlarken ağzındaki sigarayı benim ağzıma tutuşturup emziğimi ağzına alıvermiş:) 

Sigarayla erken başlayan maceram, neyse ki devam etmedi. O olay haricinde, sigarayı hiç denemedim, niyet de etmedim böyle bir şeye. Evde, günde 3 pakete yakın sigara içen bir adet baba, içmediği halde bir dönem ev gezmelerinde sigara keyfi (!) yapmaya başlayan (ve sonra iyi ki hevesi geçen) bir adet anne ve üniversite çağında yurt arkadaşlarından etkilenip kafelerde sigara içme tecrübesi olan ve sonra bu merakından vazgeçen bir adet kız kardeş mevcutken hem de. Üniversiteden önce de, üniversitede gerek devlet yurdunda, gerekse üniversite yurdunda kalırken de sigara içen çok arkadaşım oldu. Zaten, bizim kuşak kapalı alanda sigara içmeme gerektiği gerçeğinden haberdar bile değildi, evinizde bile misafirden içmemesini rica etmek kaba bulunurdu. Ergenlikte, gençlikte dinlenen şarkılar bile "Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen." gibi anlamsız mesajlarla doluydu. Bir sigara markasının reklamlarını süsleyen adamın logosu, dev afişler halinde boy gösterirdi. Sigara reklamlarının yasaklanması bile yadırgandı hatta.

Bütün "model olma/alma" literatürüne inat, başlamamak da mümkün yani. Aynı koşullara maruz kaldığı halde, sigaraya başlamamayı başarmış küçük kız kardeşim de, çok arkadaşım da var. Demek ki, istemeyince, irade kullanınca kötü alışkanlıklardan uzak durulabiliyor gerçeğinin örnekleriyiz hepimiz. Bu aralar, vizyondaki "Bırakmak İstiyorum." filmi, babamın uzun zamandır sigarayı bırakmak isteyip de o iradeyi gösterememesi, sigarayı bırakacağına söz verip çakmaklarını bana teslim eden öğrencilerim (Çok sevindim, "Onur Belgesi verdim hatta teşvik etmek için:), sigara dumanına maruz kalmamak adına açık hava yerine kapalı alanlara tıkılıp kaldığımız günlerin gelmesi,  bunların hepsi, bir de yazılış nedeni Dumlupınar'ın batması olsa da başlıktaki şarkı bu yazıyı yazmama neden oldu. 

İlgilenenler için: Bırakmak İstiyorum, kendisi de daha önce sigara bağımlısı terapist Emre Üstünuçar'ın sigarayı bırakmasını sağlayan Allen Carr'ın yöntemi üzerine kurulu. Çok az sinemada vizyonda olduğu ve buralara gelmediği için ben de izleyemedim ama nerede tanıtımı olsa izler ve babama haber verir durumdayım.

9 Nisan 2014 Çarşamba

MİMLE(N)MEK GÜZEL ŞEY:)



Tecrübesiz bir e-günlük yazarı olunca, bir de uzun süre "Yazayım, sevdiğim yazarları okuyayım, takibe ne hacet!" kafasında olunca blog yazarlarının yaygın eğilimlerinden habersiz kalmışım da haberim yok! Mimle(n)mek güzel bir şeymiş de, haberim yokmuş! Bu eğilimden haberdar olmamı sağlayan, güzel şeylerin de olduğunu bir kez daha hatırlamaya vesile olan Ceren'in Günlüğü'ne teşekkür ederim.


MİMLE(N)MEK GÜZEL ŞEY:)



Tecrübesiz bir e-günlük yazarı olunca, bir de uzun süre "Yazayım, sevdiğim yazarları okuyayım, takibe ne hacet!" kafasında olunca blog yazarlarının yaygın eğilimlerinden habersiz kalmışım da haberim yok! Mimle(n)mek güzel bir şeymiş de, haberim yokmuş! Bu eğilimden haberdar olmamı sağlayan, güzel şeylerin de olduğunu bir kez daha hatırlamaya vesile olan Ceren'in Günlüğü'ne teşekkür ederim.