11 Şubat 2014 Salı

KİTAPLAR, FİLMLER, DİZİLER


Yaygın okuma alışkanlığı olan bir millet olmadığımız aşikar. Yayınlanan istatistiklere  göre, durumumuz dünya standartlarına göre pek de parlak değil. Okur-yazar oranımız artsa da, zorunu eğitim adı altında bir sürü insana zorla diploma verilse de (İstemese de, çalışmasa da bir sürü insan Öğretmenler Kurulu kararları, çıkan aflar, telafi sınavları gibi unsurlar sayesinde diplomasını elinde buluyor!); iş kitap okumaya gelince durum vahim.


"Boş zamanlarında ne yaparsın?" sorusuna verdiğimiz cevaplar arasında kitap okumanın olması, bu işin boş değil dolu zaman işi olduğunu idrak edememiş olmamız belki de sebeplerden biri. Günlük rutin işlerimizden biri olarak saysak okumayı belki de listelerde bu kadar geriye düşmeyeceğiz. Belki de, bir Türk'ü kumsalda bile başka uluslardan ayırt edici bir özellik kabul edilmeyecek kitapsız olması. 

Okumamaya bahaneler uydurmaya da çalışmasak, örneğin "Ben zaten bu kitabın filmini, dizisini izlemiştim" demesek, o filmlerin, dizilerin yönetmenlerin, senaristlerin, oyuncuların yorumu olduğunu, bizim kendi kafamızda kurabileceğimiz film gösterimlerinin bambaşka olabileceğini idrak edebilsek ne güzel olacak! 

Ben kitabını okuduğum, hiçbir filmde ya da dizide kitabın keyfini bulamadım. Kızım Olmadan Asla, ilk hayal kırıklığımdı belki bu konuda. Kitabı bitirdiğim gece, filmi televizyonda yayınlanmıştı ve kitapta hiç öyle bir ifade yokken, Türkiye, Arapça tabelaların olduğu bir ülke olarak yer almaktaydı filmde. Sadece, filmi izleyip yorum yapmaya kalksam bambaşka cümleler kurabilecekken kitabı okumuş olmamla durum değişti. Yine, Açlık Oyunları gibi bir kitaptan doğan film de, kitabın devasa hayal gücünü ucundan azıcık zorlayabiliyordu, aynı Harry Potter serileri gibi. Sayfaların sınırsızlığı, filmin dakikalarına sığmaya çalışınca hep bir sığlık, güdük kalma durumu oluyor kısaca.

Televizyonlarda da,  kitap uyarlamalarından oluşan bir sürü dizi çoğaldı son bir kaç senedir. Bu da, kolaycılığımıza yağ sürdü. Zaten diziyi izliyorsa, kitabına bulaşmaktan imtina etti bu dizilerin izleyicileri. Bir arkadaşımın başına gelen " Hocam, Yaprak Dökümü'nün kitabı çıkmış, duydunuz mu?" durumu da, okur- yazar olamama halimize imzasını atmış oldu.


KİTAPLAR, FİLMLER, DİZİLER


Yaygın okuma alışkanlığı olan bir millet olmadığımız aşikar. Yayınlanan istatistiklere  göre, durumumuz dünya standartlarına göre pek de parlak değil. Okur-yazar oranımız artsa da, zorunu eğitim adı altında bir sürü insana zorla diploma verilse de (İstemese de, çalışmasa da bir sürü insan Öğretmenler Kurulu kararları, çıkan aflar, telafi sınavları gibi unsurlar sayesinde diplomasını elinde buluyor!); iş kitap okumaya gelince durum vahim.


"Boş zamanlarında ne yaparsın?" sorusuna verdiğimiz cevaplar arasında kitap okumanın olması, bu işin boş değil dolu zaman işi olduğunu idrak edememiş olmamız belki de sebeplerden biri. Günlük rutin işlerimizden biri olarak saysak okumayı belki de listelerde bu kadar geriye düşmeyeceğiz. Belki de, bir Türk'ü kumsalda bile başka uluslardan ayırt edici bir özellik kabul edilmeyecek kitapsız olması. 

Okumamaya bahaneler uydurmaya da çalışmasak, örneğin "Ben zaten bu kitabın filmini, dizisini izlemiştim" demesek, o filmlerin, dizilerin yönetmenlerin, senaristlerin, oyuncuların yorumu olduğunu, bizim kendi kafamızda kurabileceğimiz film gösterimlerinin bambaşka olabileceğini idrak edebilsek ne güzel olacak! 

Ben kitabını okuduğum, hiçbir filmde ya da dizide kitabın keyfini bulamadım. Kızım Olmadan Asla, ilk hayal kırıklığımdı belki bu konuda. Kitabı bitirdiğim gece, filmi televizyonda yayınlanmıştı ve kitapta hiç öyle bir ifade yokken, Türkiye, Arapça tabelaların olduğu bir ülke olarak yer almaktaydı filmde. Sadece, filmi izleyip yorum yapmaya kalksam bambaşka cümleler kurabilecekken kitabı okumuş olmamla durum değişti. Yine, Açlık Oyunları gibi bir kitaptan doğan film de, kitabın devasa hayal gücünü ucundan azıcık zorlayabiliyordu, aynı Harry Potter serileri gibi. Sayfaların sınırsızlığı, filmin dakikalarına sığmaya çalışınca hep bir sığlık, güdük kalma durumu oluyor kısaca.

Televizyonlarda da,  kitap uyarlamalarından oluşan bir sürü dizi çoğaldı son bir kaç senedir. Bu da, kolaycılığımıza yağ sürdü. Zaten diziyi izliyorsa, kitabına bulaşmaktan imtina etti bu dizilerin izleyicileri. Bir arkadaşımın başına gelen " Hocam, Yaprak Dökümü'nün kitabı çıkmış, duydunuz mu?" durumu da, okur- yazar olamama halimize imzasını atmış oldu.


5 Şubat 2014 Çarşamba

BİLİME HİZMET, BİR ZAHMET!


Uzun bir zamandır harıl harıl madde yazmakla uğraştığım ölçek, son halini alıp Google Drive'da afili bir formata da yerleştirilip bilimin hizmetine sunulmaya hazır halde son 2 haftadır. Bir sürü e-posta adresine özenle, sabırla, sistem arızalarına dirençle, kafayı yiyen bilgisayarıma tahammülle (Murphy!) gönderdiğim yüzlerce mesajdan cevap gelmesini bekler vaziyetteyim o gün bugündür. 

Birilerine bağlı olmayı severim de, olay bağımlılık olunca tahammül sınırlarım zorlanıveriyor. Arkadaşlarım, hocalar falan da nazlarının geçtiklerine gönderiyor ölçeği ama olay bilime hizmet olunca, yetişkin bireylerde "Bu çok uzun", "20 dakikadan fazla sürer." gibi yakınmalar duyuyoruz. Bir de, bir ölçeği doldurmayı üşenen insanların karşılarında onlara danışmaya gelmiş danışanlarına empati, koşulsuz kabul, saygı ile yaklaşması gereken psikolojik danışmanlar olması da ironik, trajikomik, sinir bozucu, tahammül fersah...


Sözün özü, her gün heyecanla bilgisayar karşısına geçip kaç kişinin ölçeği doldurduğuna bakmakta, asker yolu bekleyenler misali sabır timsali bir kişi olmaya cebelleşmekte, bu ülkede bilimsel yayınların sayısının niye az olduğunu bir kez daha anlamakta, psikolojik danışmanların araştırmalara yanıt vermekte cimri olduğunu söyleyen hocalarımın kulaklarını çınlatmakta, şu ölçeği analize sokma sürecini iple çekmekteyim sevgili günlük ve sayın okuyucular...

BİLİME HİZMET, BİR ZAHMET!


Uzun bir zamandır harıl harıl madde yazmakla uğraştığım ölçek, son halini alıp Google Drive'da afili bir formata da yerleştirilip bilimin hizmetine sunulmaya hazır halde son 2 haftadır. Bir sürü e-posta adresine özenle, sabırla, sistem arızalarına dirençle, kafayı yiyen bilgisayarıma tahammülle (Murphy!) gönderdiğim yüzlerce mesajdan cevap gelmesini bekler vaziyetteyim o gün bugündür. 

Birilerine bağlı olmayı severim de, olay bağımlılık olunca tahammül sınırlarım zorlanıveriyor. Arkadaşlarım, hocalar falan da nazlarının geçtiklerine gönderiyor ölçeği ama olay bilime hizmet olunca, yetişkin bireylerde "Bu çok uzun", "20 dakikadan fazla sürer." gibi yakınmalar duyuyoruz. Bir de, bir ölçeği doldurmayı üşenen insanların karşılarında onlara danışmaya gelmiş danışanlarına empati, koşulsuz kabul, saygı ile yaklaşması gereken psikolojik danışmanlar olması da ironik, trajikomik, sinir bozucu, tahammül fersah...


Sözün özü, her gün heyecanla bilgisayar karşısına geçip kaç kişinin ölçeği doldurduğuna bakmakta, asker yolu bekleyenler misali sabır timsali bir kişi olmaya cebelleşmekte, bu ülkede bilimsel yayınların sayısının niye az olduğunu bir kez daha anlamakta, psikolojik danışmanların araştırmalara yanıt vermekte cimri olduğunu söyleyen hocalarımın kulaklarını çınlatmakta, şu ölçeği analize sokma sürecini iple çekmekteyim sevgili günlük ve sayın okuyucular...

2 Şubat 2014 Pazar

TATİL DEYİNCE

Tatil denince aklına deniz, kum, güneş üçlüsü gelenlerden değilim. Denize sahip şanslı şehirlerden birinde doğup büyümüş biri olarak denizin varlığına, kokusuna özlem duyarım, ulaşım yolu olarak çok severim ama saatlerce tuza, kuma bulanıp vakit geçirme mantığını bunca yıllık ömrümde benimseyemedim (Çok da sayılmaz ama:)


Şu aralar okullar kapandı ya, bir mola verme şansı oldu. Gelip geçen Milli Eğitim Bakanları, eğitimle ilgisi olan olmayan herkesin iddia ettiği gibi öyle 3-5 ay tatil yapmıyor öğretmenler. Bütün dönem, insana maruz kalmanın  daha doğrusu kafa yorgunluğu için tatilin süresi değil niteliği önemli zaten. Makine ile uğraşmak daha az yorucudur tahminim. Bir de, eş zamanlı öğrenci olunca tatil daha da anlamlı geliyor bünyeme. 

Kıssadan hisse, haftasonu sınav görevleri nedeniyle zaten kısalmış olan tatilin bitmesine az kaldı. Tezle ilgili okuyup yazmam gerekenleri dert etmesem, geç yatıp geç kalkmak, ailemle zaman geçirmek, istemezsem evden çıkmamak, istiflediğim kitaplarıma dalmak, yeni keşfettiğim Kelimelik oyununu oynamak dünyalara bedel:)))


FOTOĞRAFLAR, Zonguldak'tan.

TATİL DEYİNCE

Tatil denince aklına deniz, kum, güneş üçlüsü gelenlerden değilim. Denize sahip şanslı şehirlerden birinde doğup büyümüş biri olarak denizin varlığına, kokusuna özlem duyarım, ulaşım yolu olarak çok severim ama saatlerce tuza, kuma bulanıp vakit geçirme mantığını bunca yıllık ömrümde benimseyemedim (Çok da sayılmaz ama:)


Şu aralar okullar kapandı ya, bir mola verme şansı oldu. Gelip geçen Milli Eğitim Bakanları, eğitimle ilgisi olan olmayan herkesin iddia ettiği gibi öyle 3-5 ay tatil yapmıyor öğretmenler. Bütün dönem, insana maruz kalmanın  daha doğrusu kafa yorgunluğu için tatilin süresi değil niteliği önemli zaten. Makine ile uğraşmak daha az yorucudur tahminim. Bir de, eş zamanlı öğrenci olunca tatil daha da anlamlı geliyor bünyeme. 

Kıssadan hisse, haftasonu sınav görevleri nedeniyle zaten kısalmış olan tatilin bitmesine az kaldı. Tezle ilgili okuyup yazmam gerekenleri dert etmesem, geç yatıp geç kalkmak, ailemle zaman geçirmek, istemezsem evden çıkmamak, istiflediğim kitaplarıma dalmak, yeni keşfettiğim Kelimelik oyununu oynamak dünyalara bedel:)))


FOTOĞRAFLAR, Zonguldak'tan.

31 Ocak 2014 Cuma

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

24 Ocak 2014 Cuma

BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir! 



BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir!