31 Ocak 2014 Cuma

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

24 Ocak 2014 Cuma

BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir! 



BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir! 



22 Ocak 2014 Çarşamba

MASUMİYET, SUÇ VE ÖĞRENCİLER


- Cumartesileri simit sattığını, ara tatilde de her gün satış yapacağını söyleyen bir öğrenci


- Yıllardır, berberde çalışıp aldığı bahşişlerle (Günlük 10 lirayı bile buluyor" diye gözleri parlayarak) ailesinden para almadan okul formasını aldığını, servis ücretini ödediğini söyleyen bir diğeri

- Kredi kartı şifresi kırıp/ çalıp  Internet üzerinden binlerce liralık alışveriş yapan iki öğrenci

- Bir alışveriş merkezinin içindeki süpermarketten bir sürü çikolata çalan üç öğrenci 

Bugünün gündemi buydu benim için. Haberlerde falan değil, yaşamımın ta içinde, aynı havayı soluduğum insanların gerçekleri. Aynı yaş grubu, aynı okul, aynı çevre. Değişen aile faktörü sadece. İlk iki örnek, geleceğe dair umudumu yeşertiyor. Diğerlerine geleceğimizi emanet etmekten, onların yetiştireceği nesillere de bir gün bir yerlerde denk gelmekten, bu ihtimalleri düşünmekten bile çekiniyorum. Bu çocuklar,masumiyetlerini hangi arada kaybediyor diye de merak ediyorum. 

MASUMİYET, SUÇ VE ÖĞRENCİLER


- Cumartesileri simit sattığını, ara tatilde de her gün satış yapacağını söyleyen bir öğrenci


- Yıllardır, berberde çalışıp aldığı bahşişlerle (Günlük 10 lirayı bile buluyor" diye gözleri parlayarak) ailesinden para almadan okul formasını aldığını, servis ücretini ödediğini söyleyen bir diğeri

- Kredi kartı şifresi kırıp/ çalıp  Internet üzerinden binlerce liralık alışveriş yapan iki öğrenci

- Bir alışveriş merkezinin içindeki süpermarketten bir sürü çikolata çalan üç öğrenci 

Bugünün gündemi buydu benim için. Haberlerde falan değil, yaşamımın ta içinde, aynı havayı soluduğum insanların gerçekleri. Aynı yaş grubu, aynı okul, aynı çevre. Değişen aile faktörü sadece. İlk iki örnek, geleceğe dair umudumu yeşertiyor. Diğerlerine geleceğimizi emanet etmekten, onların yetiştireceği nesillere de bir gün bir yerlerde denk gelmekten, bu ihtimalleri düşünmekten bile çekiniyorum. Bu çocuklar,masumiyetlerini hangi arada kaybediyor diye de merak ediyorum. 

20 Ocak 2014 Pazartesi

İKİ DAKİKALIK MERASİM İÇİN HEBA OLAN GÜNLER


Gitmediğimde, davet sahibinin kırılıcağını ya da ayıp olacağını dert ettiklerim hariç düğün, nişan, kına, nikah gibi teranelerden uzak durmaya çalışırım. Yapmak isteyen tabii yapsın ama mecburi kalabalıkların arasına karışıp belli ritüelleri izlemek bana çocukken de sıkıcı gelirdi, büyüyünce de ruh halim değişmedi. Ailemin bizi evde tek başına bırakabildiği bir yaştan sonra, bu tür organizasyonlara katılma sıklığım, bir ara 4-8 yıllık aralar halinde falandı, o derece yani:) 

Ne zaman ki artık kendi arkadaşlarım, kuzenlerim birer yetişkin olup davet sahibi oluverdiler, mecburi misafirlik sayım da artıverdi. Oynamayan, put gibi oturan, o ortamda çalınan tahammülfersah müziklerin bitmesini sabırla bekleyen, tüm ritüeller için günlerce gecelerce hazırlananları üstelik bunları büyük bir zevkle yapanları anlamaya çalışan başka bir gezegene düşmüş meraklı ve zavallı bir dünyalı gibi hissediveriyorum kendimi. Hele başından geçen ilk evlilikten sonra, hala aynı törenlere azimle hazırlananların psikolojilerini ayrı bir merak ediyorum. 

Bahsettiğim organizasyonların, en katlanılabiliri nikah gibi geliyor bana.Hem olmazsa olmaz çünkü olaya resmiyet kazandırıyor, hem evlenmenin geleneklerden, ailelerin kendi kültürlerine ait dayatmalarını birbirlerine sunamayacakları kadar kurallı ve zaman tasarruflu. Bunda bile nikah şarkısını, damadın kravatının/papyonunun gelin çiçeğine uyumunu, bir daha kimsenin yüzüne bile bakmayacağı nikah şekerini (açmaya kıyamazdık, çürürdü:) hayatının en önemli meselesi haline getiren biri olur, bu da genelde kadın tarafı olur. Sözün özü, bu hafta sonu birkaç dakikalık nikahın ardından ayaküstü atıştırmalıkların olduğu, isteyenin hemen kaçabildiği bir kokteylle nihayetlenen, sakin bir törene katıldım. Simalar tanıdıktı, bilmem kim amcanın bacanağının baldızı, takı töreni, uzun foto çekimleri falan yoktu. Yüreğim kabarmadı:)



İKİ DAKİKALIK MERASİM İÇİN HEBA OLAN GÜNLER


Gitmediğimde, davet sahibinin kırılıcağını ya da ayıp olacağını dert ettiklerim hariç düğün, nişan, kına, nikah gibi teranelerden uzak durmaya çalışırım. Yapmak isteyen tabii yapsın ama mecburi kalabalıkların arasına karışıp belli ritüelleri izlemek bana çocukken de sıkıcı gelirdi, büyüyünce de ruh halim değişmedi. Ailemin bizi evde tek başına bırakabildiği bir yaştan sonra, bu tür organizasyonlara katılma sıklığım, bir ara 4-8 yıllık aralar halinde falandı, o derece yani:) 

Ne zaman ki artık kendi arkadaşlarım, kuzenlerim birer yetişkin olup davet sahibi oluverdiler, mecburi misafirlik sayım da artıverdi. Oynamayan, put gibi oturan, o ortamda çalınan tahammülfersah müziklerin bitmesini sabırla bekleyen, tüm ritüeller için günlerce gecelerce hazırlananları üstelik bunları büyük bir zevkle yapanları anlamaya çalışan başka bir gezegene düşmüş meraklı ve zavallı bir dünyalı gibi hissediveriyorum kendimi. Hele başından geçen ilk evlilikten sonra, hala aynı törenlere azimle hazırlananların psikolojilerini ayrı bir merak ediyorum. 

Bahsettiğim organizasyonların, en katlanılabiliri nikah gibi geliyor bana.Hem olmazsa olmaz çünkü olaya resmiyet kazandırıyor, hem evlenmenin geleneklerden, ailelerin kendi kültürlerine ait dayatmalarını birbirlerine sunamayacakları kadar kurallı ve zaman tasarruflu. Bunda bile nikah şarkısını, damadın kravatının/papyonunun gelin çiçeğine uyumunu, bir daha kimsenin yüzüne bile bakmayacağı nikah şekerini (açmaya kıyamazdık, çürürdü:) hayatının en önemli meselesi haline getiren biri olur, bu da genelde kadın tarafı olur. Sözün özü, bu hafta sonu birkaç dakikalık nikahın ardından ayaküstü atıştırmalıkların olduğu, isteyenin hemen kaçabildiği bir kokteylle nihayetlenen, sakin bir törene katıldım. Simalar tanıdıktı, bilmem kim amcanın bacanağının baldızı, takı töreni, uzun foto çekimleri falan yoktu. Yüreğim kabarmadı:)



17 Ocak 2014 Cuma

BİRAND VE AŞİNA YÜZLERİN GİTMESİ


Doğum günleri, ölüm yıl dönümleri, bilmem ne teyze ile bilmem ne amcanın evlilik yıl dönümleri gibi tarihleri bir kez lafı geçmişse unutmayan bir hafızam var. Bunları hatırlamak için özel bir çaba sarf ettiğimden değil bu hatırlama faslı, fark etmeden hafızama kazıyıveriyorum. Çok kişiye özel günleri hatırlatıp durum kurtarmışlığım vardır ama benim için gerekli detaylara daha çok yer ayırabilsem, daha makbule geçer. Bir zaman sonra, durum öyle bir hal alıyor ki markete gitmişken ne alacağınızı unutacak duruma geliveriyorsunuz, hatırlanan özel günler de karın doyurmuyor. 

Sabah kalkıp daha gazete, TV olayına girmemişken birkaç gündür aklıma takılı olan Mehmet Ali Birand geliverdi. Geçen yıl, tam da bugün Mehmet Ali Birand'ın yaşamını kaybettiğini öğrenmiştik. Birkaç gün sonraki cenazesini, canlı yayında milyonlarla beraber ben de izlemiştim. Bu tür törenlerden kaçınmaya çalışan biri olduğum halde, ekrana takılıp kalmıştım. 

Yaptığı iş dolayısıyla tanıdığımız biri hayatını kaybedince, hüzün duyuyor olmamız hakkında konuşmuştuk tanıdıklarla. Birand örneğinde; her akşam belli bir saatte ekranda yerini alan, ekran başındaki izleyicisi ile sohbete girişen, gafları ile kendisi de dalga geçebilen bir adamın doğallığı yansıyordu, belki o yüzden gidişi daha aşikar oldu. Benim lisans yıllarımda, 32. Gün vesilesiyle kendisini görmüşlüğüm ve yayına başlamadan önce çalışanlarına bağırışını duyup sinir olmuşluğum da vardır kendisine o ayrı."Ekranda o kadar güler yüzlü görün, kameralar kapanınca en ufak bir hatada bağır, çağır!" diye düşünüp okuduğum alana korkarak bakmışlığım.Yine de, bu gözleme rağmen, bir şekilde evlerimize misafir olan bir ismin, orada bir daha olmayacak olması bende her seferinde hüzün yaratıyor, sanki hayatımızın bir dönemine ait anılar da onlarla beraber soluklaşıyor. 

BİRAND VE AŞİNA YÜZLERİN GİTMESİ


Doğum günleri, ölüm yıl dönümleri, bilmem ne teyze ile bilmem ne amcanın evlilik yıl dönümleri gibi tarihleri bir kez lafı geçmişse unutmayan bir hafızam var. Bunları hatırlamak için özel bir çaba sarf ettiğimden değil bu hatırlama faslı, fark etmeden hafızama kazıyıveriyorum. Çok kişiye özel günleri hatırlatıp durum kurtarmışlığım vardır ama benim için gerekli detaylara daha çok yer ayırabilsem, daha makbule geçer. Bir zaman sonra, durum öyle bir hal alıyor ki markete gitmişken ne alacağınızı unutacak duruma geliveriyorsunuz, hatırlanan özel günler de karın doyurmuyor. 

Sabah kalkıp daha gazete, TV olayına girmemişken birkaç gündür aklıma takılı olan Mehmet Ali Birand geliverdi. Geçen yıl, tam da bugün Mehmet Ali Birand'ın yaşamını kaybettiğini öğrenmiştik. Birkaç gün sonraki cenazesini, canlı yayında milyonlarla beraber ben de izlemiştim. Bu tür törenlerden kaçınmaya çalışan biri olduğum halde, ekrana takılıp kalmıştım. 

Yaptığı iş dolayısıyla tanıdığımız biri hayatını kaybedince, hüzün duyuyor olmamız hakkında konuşmuştuk tanıdıklarla. Birand örneğinde; her akşam belli bir saatte ekranda yerini alan, ekran başındaki izleyicisi ile sohbete girişen, gafları ile kendisi de dalga geçebilen bir adamın doğallığı yansıyordu, belki o yüzden gidişi daha aşikar oldu. Benim lisans yıllarımda, 32. Gün vesilesiyle kendisini görmüşlüğüm ve yayına başlamadan önce çalışanlarına bağırışını duyup sinir olmuşluğum da vardır kendisine o ayrı."Ekranda o kadar güler yüzlü görün, kameralar kapanınca en ufak bir hatada bağır, çağır!" diye düşünüp okuduğum alana korkarak bakmışlığım.Yine de, bu gözleme rağmen, bir şekilde evlerimize misafir olan bir ismin, orada bir daha olmayacak olması bende her seferinde hüzün yaratıyor, sanki hayatımızın bir dönemine ait anılar da onlarla beraber soluklaşıyor.