23 Aralık 2013 Pazartesi

SOYADINA SAHİP ÇIKMAK


                              
Türkiye'de 2000'li yılların başından itibaren kadınların eşlerinin soyadlarının yanısıra kendi soyadlarını da kullanma hakları var. Bu durum bana "ağza bir parmak bal çalmak" gibi gelmiştir hep. Açılan davalar olsa da (Avukat Ayten Ünal gibi), evli bir kadının eşinin soyadı olmaksızın kendi soyadını kullanabilmesi hala üst mahkemelerden döner durumda bu ülkede! Üstelik, dava için eşin onayının alınması da ayrı bir komedi!

Meseleyi bir erkeğin soyadını almayla ilgili takıntıya indirgeyenler, kadının evlenmeden önce kullandığı soyadının da yasal olarak çoğu ülkede bir erkeğe yani babaya ait olduğunu unutmuş durumdalar. Burada bir takıntıdan bahsedilecekse, insanın kendisine ait olanı koruma takıntısından (!) bahsedilebilir ancak! Kanun koyucuların ve uygulayıcıların çoğu erkek olduğu için kendilerine ait olandan vazgeçme ve kuyruk gibi bir başkasının soyadını- adı üstünde onun soyunun adı!- yüklenmenin ne demek olduğu konusunda empati yapmaktan uzaklar. Çoğu erkek de "Soyadımı almayacaksan benimle neden evleniyorsun?" sorusu etrafında gezinip duygu sömürüsüne gitmekte!

Daha çok küçükken, 13 yaş civarı kafaya taktığım bir sorundu, yıllar geçti durum hala değişmedi. Bu konunun getirdiği mağduriyetler de var. Örneğin; yıllar önce üniversite rektörlerinin yayınları ile ilgili bir liste hazırlandığında o zamanki Boğaziçi Üniversitesi rektörünün hiç yayın yapmadığı iddiası yayınlanmıştı gazetelerde. Daha sonra kadıncağızın tüm yayınlarını evlenmeden önceki soyadıyla yaptığı ortaya çıkmıştı. Tüm yaptıkları, yazdıkları, emekleri bir soyadı değişikliğiyle çöpe gidivermişti! 

Tüm bunlar üzerinde kafa yorarken, bugün bir gazetede eşlerinin soyadını alan erkeklerin listesine rastladım.Bizde de Özer (Uçuran) Çiller örneği mevcut. Gazetedeki isimler, ya kendi soyadının yanına almışlar yenisini ya da hepten vazgeçmişler kendilerinden olandan. Bir kadın olarak belki jest gibi gelmiştir eşlerine ama kendisine ait bir şeylerden bu kadar kolay vazgeçmek, eşlerden de bir o kadar kolay vazgeçilebileceğinin işareti değil mi?


SOYADINA SAHİP ÇIKMAK


                              
Türkiye'de 2000'li yılların başından itibaren kadınların eşlerinin soyadlarının yanısıra kendi soyadlarını da kullanma hakları var. Bu durum bana "ağza bir parmak bal çalmak" gibi gelmiştir hep. Açılan davalar olsa da (Avukat Ayten Ünal gibi), evli bir kadının eşinin soyadı olmaksızın kendi soyadını kullanabilmesi hala üst mahkemelerden döner durumda bu ülkede! Üstelik, dava için eşin onayının alınması da ayrı bir komedi!

Meseleyi bir erkeğin soyadını almayla ilgili takıntıya indirgeyenler, kadının evlenmeden önce kullandığı soyadının da yasal olarak çoğu ülkede bir erkeğe yani babaya ait olduğunu unutmuş durumdalar. Burada bir takıntıdan bahsedilecekse, insanın kendisine ait olanı koruma takıntısından (!) bahsedilebilir ancak! Kanun koyucuların ve uygulayıcıların çoğu erkek olduğu için kendilerine ait olandan vazgeçme ve kuyruk gibi bir başkasının soyadını- adı üstünde onun soyunun adı!- yüklenmenin ne demek olduğu konusunda empati yapmaktan uzaklar. Çoğu erkek de "Soyadımı almayacaksan benimle neden evleniyorsun?" sorusu etrafında gezinip duygu sömürüsüne gitmekte!

Daha çok küçükken, 13 yaş civarı kafaya taktığım bir sorundu, yıllar geçti durum hala değişmedi. Bu konunun getirdiği mağduriyetler de var. Örneğin; yıllar önce üniversite rektörlerinin yayınları ile ilgili bir liste hazırlandığında o zamanki Boğaziçi Üniversitesi rektörünün hiç yayın yapmadığı iddiası yayınlanmıştı gazetelerde. Daha sonra kadıncağızın tüm yayınlarını evlenmeden önceki soyadıyla yaptığı ortaya çıkmıştı. Tüm yaptıkları, yazdıkları, emekleri bir soyadı değişikliğiyle çöpe gidivermişti! 

Tüm bunlar üzerinde kafa yorarken, bugün bir gazetede eşlerinin soyadını alan erkeklerin listesine rastladım.Bizde de Özer (Uçuran) Çiller örneği mevcut. Gazetedeki isimler, ya kendi soyadının yanına almışlar yenisini ya da hepten vazgeçmişler kendilerinden olandan. Bir kadın olarak belki jest gibi gelmiştir eşlerine ama kendisine ait bir şeylerden bu kadar kolay vazgeçmek, eşlerden de bir o kadar kolay vazgeçilebileceğinin işareti değil mi?


22 Aralık 2013 Pazar

RÜYADAKİ TAMLAMA: MOR RUGAN TOPUKLU AYAKKABI

Bir rüya gördüğünde bunu başkalarına anlatıp, "Hayırdır inşallah" demesini bekleyenlere, rüya tabiri kitabı alıp hatırladıkları her rüyanın ne anlama geldiğini araştıranlara garip bakmışımdır hep. Rüyaların bir kısmının geleceğe dair işaretler verdiğine, bir kısmının ise günlük hayatta bizi etkisi alan, sorun çıkaran ya da mutluluk veren olayların yansıması olduğuna inanırım. Aldığım eğitim icabı, Sigmund Freud'u da yok saymam ama pek çok insan gibi rüyaları hayatın merkezi yapmayı da benimsemem. 

Bugün nette dolaşırken, gördüğüm ayakkabı fotoları dün gece gördüğüm rüyayı hatırlattı. Sabah kalktığımda esamesi bile olmayan rüya, bir fotoğrafla gün yüzüne çıktı. Hayatı boyunca bir kaç kere topuklu ayakkabı giyen ben (o da zorunluluktan!), mürdüme çalan alçak topuk stiletto mor rugan bir ayakkabıyı  çok ucuza bulduğum için denedim rüyamda. "Pantolonun altına giysem nasıl olur?" diye de sorguladım ayrıca:). Sayfamın renginden de anlaşılacağı üzere moru severim (kendi seçimimizle moraralım!), mürdüm en sevdiğim tonlarındandır, önü kapalı ayakkabı giyerim ama rugan ve topuklu kısmından genelde uzak dururum. Arama motorlarına farklı başlıklar yazıp bunları araştıran birilerinin olup olmadığını araştırmayı da sevdiğimden  ve ilk kez rüyamdaki abukluğu meraktan "rüyada mor topuklu ayakkabı görmek" gibi abuk bir içerik yazıp araştırdım rüyamı. Kıssadan hisse, nereden nereye, asla yapmayacağım dediğimiz şeyleri de yapabiliyoruz bazen:)

RÜYADAKİ TAMLAMA: MOR RUGAN TOPUKLU AYAKKABI

Bir rüya gördüğünde bunu başkalarına anlatıp, "Hayırdır inşallah" demesini bekleyenlere, rüya tabiri kitabı alıp hatırladıkları her rüyanın ne anlama geldiğini araştıranlara garip bakmışımdır hep. Rüyaların bir kısmının geleceğe dair işaretler verdiğine, bir kısmının ise günlük hayatta bizi etkisi alan, sorun çıkaran ya da mutluluk veren olayların yansıması olduğuna inanırım. Aldığım eğitim icabı, Sigmund Freud'u da yok saymam ama pek çok insan gibi rüyaları hayatın merkezi yapmayı da benimsemem. 

Bugün nette dolaşırken, gördüğüm ayakkabı fotoları dün gece gördüğüm rüyayı hatırlattı. Sabah kalktığımda esamesi bile olmayan rüya, bir fotoğrafla gün yüzüne çıktı. Hayatı boyunca bir kaç kere topuklu ayakkabı giyen ben (o da zorunluluktan!), mürdüme çalan alçak topuk stiletto mor rugan bir ayakkabıyı  çok ucuza bulduğum için denedim rüyamda. "Pantolonun altına giysem nasıl olur?" diye de sorguladım ayrıca:). Sayfamın renginden de anlaşılacağı üzere moru severim (kendi seçimimizle moraralım!), mürdüm en sevdiğim tonlarındandır, önü kapalı ayakkabı giyerim ama rugan ve topuklu kısmından genelde uzak dururum. Arama motorlarına farklı başlıklar yazıp bunları araştıran birilerinin olup olmadığını araştırmayı da sevdiğimden  ve ilk kez rüyamdaki abukluğu meraktan "rüyada mor topuklu ayakkabı görmek" gibi abuk bir içerik yazıp araştırdım rüyamı. Kıssadan hisse, nereden nereye, asla yapmayacağım dediğimiz şeyleri de yapabiliyoruz bazen:)

21 Aralık 2013 Cumartesi

TALİH KUŞU, KLİŞELER VE İSTİSNA

Yeni yıl yaklaşırken piyango ile ilgili haberler, "Büyük ikramiye size çıksa ne yaparsınız?" soruları, daha önce piyango kazandırmış gişeler ve önlerindeki kuyruklar, bu ikramiye ile kaç yat, kaç kat alabileceğiniz hesapları... Her yıl bıkmadan, usanmadan önümüze sürülen temcit pilavı klişeler...

Bu yıl, tüm klişeleri alt üst eden biri çıktı neyse ki. Şov programlarına konuk olan, 1 yılda 120 bin liralık bilet alıp 20 bin lira kazanmış ve büyük ikramiye kazanana kadar bilet almaya niyetli olan uçuk tipten bahsetmiyorum.

İlham kaynağım, Kanada'da kendisine çıkan 40 milyon doları yaşadığı bölgedeki kanserle ilgili araştırma yapan bir kuruma bağışlayan adam. Eşini iki yıl önce kanserden kaybetmiş ve açıklaması da gayet net: "Benim 40 milyon dolara ihtiyacım yok." Paranın her şeyi satın alamayacağını ve kaybettiğimiz sevdiklerimizi bizim dışımızdakilere de unutturmamanın yolları olduğunu o kadar net anlatmış ki! Belki eşini kaybetmese aynı duyarlılığı gösteremeyecek, birlikte dünyayı gezme, gayrimenkul satın alma planları yapacaklardı kim bilir?! Şimdi, yaptığı yardımla bir sürü kanser hastasının gelecek planları yapabilmesinin önünü açmış oldu, darısı bilet alanların başına!

TALİH KUŞU, KLİŞELER VE İSTİSNA

Yeni yıl yaklaşırken piyango ile ilgili haberler, "Büyük ikramiye size çıksa ne yaparsınız?" soruları, daha önce piyango kazandırmış gişeler ve önlerindeki kuyruklar, bu ikramiye ile kaç yat, kaç kat alabileceğiniz hesapları... Her yıl bıkmadan, usanmadan önümüze sürülen temcit pilavı klişeler...

Bu yıl, tüm klişeleri alt üst eden biri çıktı neyse ki. Şov programlarına konuk olan, 1 yılda 120 bin liralık bilet alıp 20 bin lira kazanmış ve büyük ikramiye kazanana kadar bilet almaya niyetli olan uçuk tipten bahsetmiyorum.

İlham kaynağım, Kanada'da kendisine çıkan 40 milyon doları yaşadığı bölgedeki kanserle ilgili araştırma yapan bir kuruma bağışlayan adam. Eşini iki yıl önce kanserden kaybetmiş ve açıklaması da gayet net: "Benim 40 milyon dolara ihtiyacım yok." Paranın her şeyi satın alamayacağını ve kaybettiğimiz sevdiklerimizi bizim dışımızdakilere de unutturmamanın yolları olduğunu o kadar net anlatmış ki! Belki eşini kaybetmese aynı duyarlılığı gösteremeyecek, birlikte dünyayı gezme, gayrimenkul satın alma planları yapacaklardı kim bilir?! Şimdi, yaptığı yardımla bir sürü kanser hastasının gelecek planları yapabilmesinin önünü açmış oldu, darısı bilet alanların başına!

20 Aralık 2013 Cuma

AYNI OLAY VE İKİ AYRI PENCERE

Ülke gündemi, son bir kaç gündür siyasi açıdan daha da hareketli malumunuz. Her zaman gündemin sıkça değiştiği, bir öncekine alışamadan önümüze taze haberlerin sunulmasına milletçe alışkınız.

Olayların ortaya çıkışı, geçmişi, geleceği vesaire zaten takip eden, okuyan, izleyen herkesin konuştuğu, yazdığı şeyler. Ben ortada bir haber bombası olduğunda, bunun medyaya yansıma tarzını takip etmeye bayılıyorum. O partiye sempati duyan gazete ve televizyonların, diğer partiye yönelik yaptığı haberleri ve tam tersini takip etmek çok heyecanlı geliyor bana. Ortada tek gerçek varken, olayı farklı tarafların nasıl kendilerine yonttuklarını, haberlerde kullanılan resimler/görüntüler aynı olsa da altlarının farklı doldurulmasını keyifle ve merakla takip ediyorum. Bu şekilde, satır aralarını doldurup resmin bütününe daha çok hakim olabilirim gibi geliyor. Bir yandan da, medyanın güvenilmez yüzünü ve olaylara tek taraflı bakmanın nasıl yanıltıcı olabileceğini de görüyorum.

Yukarıda bahsettiğim olayın her iki yüzünü öğrenme ilkesini, iş ve arkadaş çevremde de uygulamanın yararlarını gördüm şimdiye kadar. Her iki taraf arasında sorun varsa ya da biri bir başkası hakkında konuşuyorsa; konuşamadıkları, anlaşamadıkları noktalar olayı tek tek anlattıklarında daha net ortaya çıkıyor ve resmin bütününü görme şansı, bazen arabuluculuk yapma ve her zaman gerçeği tam olarak öğrenme şansı veriyor.

AYNI OLAY VE İKİ AYRI PENCERE

Ülke gündemi, son bir kaç gündür siyasi açıdan daha da hareketli malumunuz. Her zaman gündemin sıkça değiştiği, bir öncekine alışamadan önümüze taze haberlerin sunulmasına milletçe alışkınız.

Olayların ortaya çıkışı, geçmişi, geleceği vesaire zaten takip eden, okuyan, izleyen herkesin konuştuğu, yazdığı şeyler. Ben ortada bir haber bombası olduğunda, bunun medyaya yansıma tarzını takip etmeye bayılıyorum. O partiye sempati duyan gazete ve televizyonların, diğer partiye yönelik yaptığı haberleri ve tam tersini takip etmek çok heyecanlı geliyor bana. Ortada tek gerçek varken, olayı farklı tarafların nasıl kendilerine yonttuklarını, haberlerde kullanılan resimler/görüntüler aynı olsa da altlarının farklı doldurulmasını keyifle ve merakla takip ediyorum. Bu şekilde, satır aralarını doldurup resmin bütününe daha çok hakim olabilirim gibi geliyor. Bir yandan da, medyanın güvenilmez yüzünü ve olaylara tek taraflı bakmanın nasıl yanıltıcı olabileceğini de görüyorum.

Yukarıda bahsettiğim olayın her iki yüzünü öğrenme ilkesini, iş ve arkadaş çevremde de uygulamanın yararlarını gördüm şimdiye kadar. Her iki taraf arasında sorun varsa ya da biri bir başkası hakkında konuşuyorsa; konuşamadıkları, anlaşamadıkları noktalar olayı tek tek anlattıklarında daha net ortaya çıkıyor ve resmin bütününü görme şansı, bazen arabuluculuk yapma ve her zaman gerçeği tam olarak öğrenme şansı veriyor.

19 Aralık 2013 Perşembe

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(