31 Ocak 2014 Cuma

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

YUVAYA DÖNÜŞ: ZONGULDAK

Sınav görevlerim nedeniyle gecikmeler olsa da yuvaya döndüm. Farklı şehirlerde yaşam kursam, bu şehirlerin bazılarını çok fazla sevip benimsesem, iyi arkadaşlar ve sevdiğim bir çevre edinsem de benim için yuva hala ailemin yaşadığı yer. Üniversite dolayısıyla il dışına çıkıp hala dönmemiş olsam da, Mevlana'nın tarif ettiği gibi bir ayağım pergelin sabit ucu misali bu şehirde, Zonguldak'ta. Diğer ayak, dünyayı çevrelemeye teşne.


Her ergen gibi 18 yaşına geldiğimde, farklı bir yerde yaşayacağım hayali kurardım. Gerçekleşti. Hem de kaç şehirde. Gitmek, daha bir değerbilirlik getiriyor arkada kalanlara. Dışarıdan bakabilme şansı veriyor. Kaçarak gitmemiştim, her seferinde tatil fırsatı yaratıp koşarak geliyorum. İçindeyken de, dışındayken de eksiklerini görüp çok eleştiriyorum bu şehrin. Nostalji yapıp bir zamanlar Türkiye'nin en gelişmiş 9. şehri olduğunu hatırlıyorum ve göç alan şehirken, göç vermeye başlamasına üzülüyorum.Üniversite mezunu birinin memuriyet dışında çok da yaşam şansı bulamaması içimi acıtıyor falan. Hava kirliliği almış başını gidiyor, başka şehirlerden gelenlerin dumanlı bulması da bu yüzden. Yine de, düzayak karasal şehirlerden gelenlerin zorlandığı merdivenli şehrin havası, merdivenleri bana hala keyif veriyor. Bir Zonguldaklı olarak tepesiz, rampasız şehirlerde daha tıknefes olup yoruluyorum, merdivenleri tırmanmayı, bu çok katlı şehirde yol almayı seviyorum.

24 Ocak 2014 Cuma

BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir! 



BABALIK TARZLARI VE BÜYÜKBABAM


23 Ocak, büyükbabamın (babamın babası)  23. ölüm yıldönümüydü. Çok uzak mesafelerde oturmasak da, çok yakın olamadık o yaşarken. Farklı bir ilde oturmasına rağmen, dedem (annemin babası) aramıza hiç mesafe koymadı yaşarken. Dolayısıyla, ikisi arasında hep kıyaslama yaptım çocukluğum boyunca. 

Babamın, kendi babasının babalık tarzına hiç benzemeyen babalık tarzına da hep minnettar oldum. Büyükbabama değil de dedeme benzeyen tarzına. Korku duymadan saygı duyulabileceğini, çocukların da söz hakkı olduğunu, bir birey olduğumuzu, ne yaparsak yapalım anne-babalar tarafından karşılıksız sevilebileceğimizi iyi ki öğrenebildim onların sayesinde. 

Büyükbabamı da anlamaya çalıştım daha küçüklükten beri.Belki kendi büyüklerinden gördüğü sevgi iletme tarzını değiştirememiş, aynen uygulamayı kolay bulmuştu, belki başka türlüsünü bilmiyordu. Torunları olarak bizi sevdiğini bir nebze hissettirir ama tam anlamıyla gösteremezdi. Sevgisini cömertçe göstermeyi bilmiyordu. Öldüğünde, daha çok babam üzülüyor diye üzülmüştüm çocuk aklımla. Hayatının son dönemlerinde, kanser yüzünden yatağa mahkum kaldığında babamı sürekli yanında ister hale gelmişti ve kilo verdikçe huyları çok benzemeyen bu iki adamdan yaşlısı, gencine çok benzemeye başlamıştı. Belki, daha çok yaşama şansı olsaydı oğlu gibi bir baba da olabilirdi, kimbilir! 



22 Ocak 2014 Çarşamba

MASUMİYET, SUÇ VE ÖĞRENCİLER


- Cumartesileri simit sattığını, ara tatilde de her gün satış yapacağını söyleyen bir öğrenci


- Yıllardır, berberde çalışıp aldığı bahşişlerle (Günlük 10 lirayı bile buluyor" diye gözleri parlayarak) ailesinden para almadan okul formasını aldığını, servis ücretini ödediğini söyleyen bir diğeri

- Kredi kartı şifresi kırıp/ çalıp  Internet üzerinden binlerce liralık alışveriş yapan iki öğrenci

- Bir alışveriş merkezinin içindeki süpermarketten bir sürü çikolata çalan üç öğrenci 

Bugünün gündemi buydu benim için. Haberlerde falan değil, yaşamımın ta içinde, aynı havayı soluduğum insanların gerçekleri. Aynı yaş grubu, aynı okul, aynı çevre. Değişen aile faktörü sadece. İlk iki örnek, geleceğe dair umudumu yeşertiyor. Diğerlerine geleceğimizi emanet etmekten, onların yetiştireceği nesillere de bir gün bir yerlerde denk gelmekten, bu ihtimalleri düşünmekten bile çekiniyorum. Bu çocuklar,masumiyetlerini hangi arada kaybediyor diye de merak ediyorum. 

MASUMİYET, SUÇ VE ÖĞRENCİLER


- Cumartesileri simit sattığını, ara tatilde de her gün satış yapacağını söyleyen bir öğrenci


- Yıllardır, berberde çalışıp aldığı bahşişlerle (Günlük 10 lirayı bile buluyor" diye gözleri parlayarak) ailesinden para almadan okul formasını aldığını, servis ücretini ödediğini söyleyen bir diğeri

- Kredi kartı şifresi kırıp/ çalıp  Internet üzerinden binlerce liralık alışveriş yapan iki öğrenci

- Bir alışveriş merkezinin içindeki süpermarketten bir sürü çikolata çalan üç öğrenci 

Bugünün gündemi buydu benim için. Haberlerde falan değil, yaşamımın ta içinde, aynı havayı soluduğum insanların gerçekleri. Aynı yaş grubu, aynı okul, aynı çevre. Değişen aile faktörü sadece. İlk iki örnek, geleceğe dair umudumu yeşertiyor. Diğerlerine geleceğimizi emanet etmekten, onların yetiştireceği nesillere de bir gün bir yerlerde denk gelmekten, bu ihtimalleri düşünmekten bile çekiniyorum. Bu çocuklar,masumiyetlerini hangi arada kaybediyor diye de merak ediyorum. 

20 Ocak 2014 Pazartesi

İKİ DAKİKALIK MERASİM İÇİN HEBA OLAN GÜNLER


Gitmediğimde, davet sahibinin kırılıcağını ya da ayıp olacağını dert ettiklerim hariç düğün, nişan, kına, nikah gibi teranelerden uzak durmaya çalışırım. Yapmak isteyen tabii yapsın ama mecburi kalabalıkların arasına karışıp belli ritüelleri izlemek bana çocukken de sıkıcı gelirdi, büyüyünce de ruh halim değişmedi. Ailemin bizi evde tek başına bırakabildiği bir yaştan sonra, bu tür organizasyonlara katılma sıklığım, bir ara 4-8 yıllık aralar halinde falandı, o derece yani:) 

Ne zaman ki artık kendi arkadaşlarım, kuzenlerim birer yetişkin olup davet sahibi oluverdiler, mecburi misafirlik sayım da artıverdi. Oynamayan, put gibi oturan, o ortamda çalınan tahammülfersah müziklerin bitmesini sabırla bekleyen, tüm ritüeller için günlerce gecelerce hazırlananları üstelik bunları büyük bir zevkle yapanları anlamaya çalışan başka bir gezegene düşmüş meraklı ve zavallı bir dünyalı gibi hissediveriyorum kendimi. Hele başından geçen ilk evlilikten sonra, hala aynı törenlere azimle hazırlananların psikolojilerini ayrı bir merak ediyorum. 

Bahsettiğim organizasyonların, en katlanılabiliri nikah gibi geliyor bana.Hem olmazsa olmaz çünkü olaya resmiyet kazandırıyor, hem evlenmenin geleneklerden, ailelerin kendi kültürlerine ait dayatmalarını birbirlerine sunamayacakları kadar kurallı ve zaman tasarruflu. Bunda bile nikah şarkısını, damadın kravatının/papyonunun gelin çiçeğine uyumunu, bir daha kimsenin yüzüne bile bakmayacağı nikah şekerini (açmaya kıyamazdık, çürürdü:) hayatının en önemli meselesi haline getiren biri olur, bu da genelde kadın tarafı olur. Sözün özü, bu hafta sonu birkaç dakikalık nikahın ardından ayaküstü atıştırmalıkların olduğu, isteyenin hemen kaçabildiği bir kokteylle nihayetlenen, sakin bir törene katıldım. Simalar tanıdıktı, bilmem kim amcanın bacanağının baldızı, takı töreni, uzun foto çekimleri falan yoktu. Yüreğim kabarmadı:)



İKİ DAKİKALIK MERASİM İÇİN HEBA OLAN GÜNLER


Gitmediğimde, davet sahibinin kırılıcağını ya da ayıp olacağını dert ettiklerim hariç düğün, nişan, kına, nikah gibi teranelerden uzak durmaya çalışırım. Yapmak isteyen tabii yapsın ama mecburi kalabalıkların arasına karışıp belli ritüelleri izlemek bana çocukken de sıkıcı gelirdi, büyüyünce de ruh halim değişmedi. Ailemin bizi evde tek başına bırakabildiği bir yaştan sonra, bu tür organizasyonlara katılma sıklığım, bir ara 4-8 yıllık aralar halinde falandı, o derece yani:) 

Ne zaman ki artık kendi arkadaşlarım, kuzenlerim birer yetişkin olup davet sahibi oluverdiler, mecburi misafirlik sayım da artıverdi. Oynamayan, put gibi oturan, o ortamda çalınan tahammülfersah müziklerin bitmesini sabırla bekleyen, tüm ritüeller için günlerce gecelerce hazırlananları üstelik bunları büyük bir zevkle yapanları anlamaya çalışan başka bir gezegene düşmüş meraklı ve zavallı bir dünyalı gibi hissediveriyorum kendimi. Hele başından geçen ilk evlilikten sonra, hala aynı törenlere azimle hazırlananların psikolojilerini ayrı bir merak ediyorum. 

Bahsettiğim organizasyonların, en katlanılabiliri nikah gibi geliyor bana.Hem olmazsa olmaz çünkü olaya resmiyet kazandırıyor, hem evlenmenin geleneklerden, ailelerin kendi kültürlerine ait dayatmalarını birbirlerine sunamayacakları kadar kurallı ve zaman tasarruflu. Bunda bile nikah şarkısını, damadın kravatının/papyonunun gelin çiçeğine uyumunu, bir daha kimsenin yüzüne bile bakmayacağı nikah şekerini (açmaya kıyamazdık, çürürdü:) hayatının en önemli meselesi haline getiren biri olur, bu da genelde kadın tarafı olur. Sözün özü, bu hafta sonu birkaç dakikalık nikahın ardından ayaküstü atıştırmalıkların olduğu, isteyenin hemen kaçabildiği bir kokteylle nihayetlenen, sakin bir törene katıldım. Simalar tanıdıktı, bilmem kim amcanın bacanağının baldızı, takı töreni, uzun foto çekimleri falan yoktu. Yüreğim kabarmadı:)



17 Ocak 2014 Cuma

BİRAND VE AŞİNA YÜZLERİN GİTMESİ


Doğum günleri, ölüm yıl dönümleri, bilmem ne teyze ile bilmem ne amcanın evlilik yıl dönümleri gibi tarihleri bir kez lafı geçmişse unutmayan bir hafızam var. Bunları hatırlamak için özel bir çaba sarf ettiğimden değil bu hatırlama faslı, fark etmeden hafızama kazıyıveriyorum. Çok kişiye özel günleri hatırlatıp durum kurtarmışlığım vardır ama benim için gerekli detaylara daha çok yer ayırabilsem, daha makbule geçer. Bir zaman sonra, durum öyle bir hal alıyor ki markete gitmişken ne alacağınızı unutacak duruma geliveriyorsunuz, hatırlanan özel günler de karın doyurmuyor. 

Sabah kalkıp daha gazete, TV olayına girmemişken birkaç gündür aklıma takılı olan Mehmet Ali Birand geliverdi. Geçen yıl, tam da bugün Mehmet Ali Birand'ın yaşamını kaybettiğini öğrenmiştik. Birkaç gün sonraki cenazesini, canlı yayında milyonlarla beraber ben de izlemiştim. Bu tür törenlerden kaçınmaya çalışan biri olduğum halde, ekrana takılıp kalmıştım. 

Yaptığı iş dolayısıyla tanıdığımız biri hayatını kaybedince, hüzün duyuyor olmamız hakkında konuşmuştuk tanıdıklarla. Birand örneğinde; her akşam belli bir saatte ekranda yerini alan, ekran başındaki izleyicisi ile sohbete girişen, gafları ile kendisi de dalga geçebilen bir adamın doğallığı yansıyordu, belki o yüzden gidişi daha aşikar oldu. Benim lisans yıllarımda, 32. Gün vesilesiyle kendisini görmüşlüğüm ve yayına başlamadan önce çalışanlarına bağırışını duyup sinir olmuşluğum da vardır kendisine o ayrı."Ekranda o kadar güler yüzlü görün, kameralar kapanınca en ufak bir hatada bağır, çağır!" diye düşünüp okuduğum alana korkarak bakmışlığım.Yine de, bu gözleme rağmen, bir şekilde evlerimize misafir olan bir ismin, orada bir daha olmayacak olması bende her seferinde hüzün yaratıyor, sanki hayatımızın bir dönemine ait anılar da onlarla beraber soluklaşıyor. 

BİRAND VE AŞİNA YÜZLERİN GİTMESİ


Doğum günleri, ölüm yıl dönümleri, bilmem ne teyze ile bilmem ne amcanın evlilik yıl dönümleri gibi tarihleri bir kez lafı geçmişse unutmayan bir hafızam var. Bunları hatırlamak için özel bir çaba sarf ettiğimden değil bu hatırlama faslı, fark etmeden hafızama kazıyıveriyorum. Çok kişiye özel günleri hatırlatıp durum kurtarmışlığım vardır ama benim için gerekli detaylara daha çok yer ayırabilsem, daha makbule geçer. Bir zaman sonra, durum öyle bir hal alıyor ki markete gitmişken ne alacağınızı unutacak duruma geliveriyorsunuz, hatırlanan özel günler de karın doyurmuyor. 

Sabah kalkıp daha gazete, TV olayına girmemişken birkaç gündür aklıma takılı olan Mehmet Ali Birand geliverdi. Geçen yıl, tam da bugün Mehmet Ali Birand'ın yaşamını kaybettiğini öğrenmiştik. Birkaç gün sonraki cenazesini, canlı yayında milyonlarla beraber ben de izlemiştim. Bu tür törenlerden kaçınmaya çalışan biri olduğum halde, ekrana takılıp kalmıştım. 

Yaptığı iş dolayısıyla tanıdığımız biri hayatını kaybedince, hüzün duyuyor olmamız hakkında konuşmuştuk tanıdıklarla. Birand örneğinde; her akşam belli bir saatte ekranda yerini alan, ekran başındaki izleyicisi ile sohbete girişen, gafları ile kendisi de dalga geçebilen bir adamın doğallığı yansıyordu, belki o yüzden gidişi daha aşikar oldu. Benim lisans yıllarımda, 32. Gün vesilesiyle kendisini görmüşlüğüm ve yayına başlamadan önce çalışanlarına bağırışını duyup sinir olmuşluğum da vardır kendisine o ayrı."Ekranda o kadar güler yüzlü görün, kameralar kapanınca en ufak bir hatada bağır, çağır!" diye düşünüp okuduğum alana korkarak bakmışlığım.Yine de, bu gözleme rağmen, bir şekilde evlerimize misafir olan bir ismin, orada bir daha olmayacak olması bende her seferinde hüzün yaratıyor, sanki hayatımızın bir dönemine ait anılar da onlarla beraber soluklaşıyor. 

14 Ocak 2014 Salı

GÖKKUŞAĞI GİBİ FARKLI OLMAK, FARKLILIKLARI YOK SAYMAK



Dün okulda, arkadaşlardan biri kanalları değiştirirken Bülent Ersoy'un kandil akşamı şovuna denk geldiğinden bahsetti. Konu, oradan başka bir şarkıcıya ve onun erkek gibi olduğuna geliverdi. Oturdum, hermafroditlikten dem vurup bunun doğuştan gelen bir durum olduğunu, her iki cinsin özelliklerini taşıyan bireyler demek olduğunu açıklamak durumunda kaldım çünkü bunu eşcinsellik, biseksüellik, transeksüellik gibi tanımlarla açıklamaya giriştiler üniversite mezunu meslektaşlarım! Yani bütün kavramlar, birbirine girmiş vaziyetteydi. 


Birkaç yıldır çok popüler olan Gizli Anların Yolcusu'nu okumak, eski Nil yeni Rüzgar Erkoçlar üzerinden yorum yapmak ekseninde bir farkındalık sözkonusu çoğumuzda. Sanki cinsel yönelimi farklı olan insanlar uzaydan gelip farklı diyarlarda konuşlanmış muamelesi yapmak yaygın eğilimimiz. Anabilim Dalı Başkanı profesör unvanlı, üstelik ruh sağlığı ile mesleklerden birini icra eden  bir hocamız, tezini eşcinsellerle ilgili hazırlayan bir öğrenciye içinden "Başka konu bulamadın mı?" diye sorduğunu aktarmıştı bir keresinde. Eğitimli cenahta durum buysa gerisini düşünmek lazım.  

Yazın, Taksim'de "gökkuşağı bayrakları" ile eylem yapanlar dışında bu kadar kalabalık bir LGBT grubuna denk gelmişliğim yok kişisel olarak. Çevremde cinsel yönelimi farklı olan biri de yok bildiğim (ya da kimseye heteroseksüel olup olmadığını sorna gibi bir alışkanlığım!)
ama lisans tezim bu konu ile de bağlantılıydı ve konu ile ilgili bol bol okudum o dönemde.  Rehberlik ve psikolojik danışmanlık doktora öğrenimi sürdüren biri olarak, danışanlarımın farklı cinsel yönelimlerden olması da mümkün.  Herhangi birinin de belki mesleki nedenlerle değil ama günün birinde arkadaşlarının, hatta çocuklarının cinsel yönelimlerini farklı olduğunu öğrenmeleri ya da daha çocuklarının doğumu anında bu gerçekle karşılaşmaları aslında uzak bir ihtimal değil. Bu yüzden, yok saymak yerine öğrenmek, anlamaya çalışmak daha kolay bir yol olur ne dersiniz?

DİP NOT/DERİN NOT: Afişini gördüğünüz belgesel, çocuğu LGBT olan ebeveynlerin dilinden bir hikaye anlatıyormuş. Henüz, denk getirip izleyemedim. 

GÖKKUŞAĞI GİBİ FARKLI OLMAK, FARKLILIKLARI YOK SAYMAK



Dün okulda, arkadaşlardan biri kanalları değiştirirken Bülent Ersoy'un kandil akşamı şovuna denk geldiğinden bahsetti. Konu, oradan başka bir şarkıcıya ve onun erkek gibi olduğuna geliverdi. Oturdum, hermafroditlikten dem vurup bunun doğuştan gelen bir durum olduğunu, her iki cinsin özelliklerini taşıyan bireyler demek olduğunu açıklamak durumunda kaldım çünkü bunu eşcinsellik, biseksüellik, transeksüellik gibi tanımlarla açıklamaya giriştiler üniversite mezunu meslektaşlarım! Yani bütün kavramlar, birbirine girmiş vaziyetteydi. 


Birkaç yıldır çok popüler olan Gizli Anların Yolcusu'nu okumak, eski Nil yeni Rüzgar Erkoçlar üzerinden yorum yapmak ekseninde bir farkındalık sözkonusu çoğumuzda. Sanki cinsel yönelimi farklı olan insanlar uzaydan gelip farklı diyarlarda konuşlanmış muamelesi yapmak yaygın eğilimimiz. Anabilim Dalı Başkanı profesör unvanlı, üstelik ruh sağlığı ile mesleklerden birini icra eden  bir hocamız, tezini eşcinsellerle ilgili hazırlayan bir öğrenciye içinden "Başka konu bulamadın mı?" diye sorduğunu aktarmıştı bir keresinde. Eğitimli cenahta durum buysa gerisini düşünmek lazım.  

Yazın, Taksim'de "gökkuşağı bayrakları" ile eylem yapanlar dışında bu kadar kalabalık bir LGBT grubuna denk gelmişliğim yok kişisel olarak. Çevremde cinsel yönelimi farklı olan biri de yok bildiğim (ya da kimseye heteroseksüel olup olmadığını sorna gibi bir alışkanlığım!)
ama lisans tezim bu konu ile de bağlantılıydı ve konu ile ilgili bol bol okudum o dönemde.  Rehberlik ve psikolojik danışmanlık doktora öğrenimi sürdüren biri olarak, danışanlarımın farklı cinsel yönelimlerden olması da mümkün.  Herhangi birinin de belki mesleki nedenlerle değil ama günün birinde arkadaşlarının, hatta çocuklarının cinsel yönelimlerini farklı olduğunu öğrenmeleri ya da daha çocuklarının doğumu anında bu gerçekle karşılaşmaları aslında uzak bir ihtimal değil. Bu yüzden, yok saymak yerine öğrenmek, anlamaya çalışmak daha kolay bir yol olur ne dersiniz?

DİP NOT/DERİN NOT: Afişini gördüğünüz belgesel, çocuğu LGBT olan ebeveynlerin dilinden bir hikaye anlatıyormuş. Henüz, denk getirip izleyemedim. 

13 Ocak 2014 Pazartesi

BUSE TERİM KAFASI VE BEDDUA

Babasıyla bir alışveriş merkezindeyken kafasını döner kapının camına toslayan Buse Terim'e sosyal medyadan ölmesini dileyen beddualar geldiğini yazdı gazeteler. Üstüne bir de, kendisi ile röportajlar yapılıp "bir nefret öznesi" olmasının üstünde duruldu. O da, ne kadar çalışkan bir insan olduğundan, tanınırlığını hak ettiğinden dem vurdu. 

Hayatının amacı, o kıyafetle bu kıyafeti kombinleyip, markaları cilalayıp parlatmak olan bir insanı çok ciddiye almıyorum kişisel olarak. Bu kafaya mensup çok insan türedi bu aralar. Bu ülkede, ne yetenekli insanlar, işsizlikten sürünürken düğün masraflarını bile firma hediyelerinden çıkaran birini de çok sempatik bulamayacağım ama insanın hiç tanımadığı birine de beddua yağdırması, garip bir psikoloji! Daha önce, Terim'in büyük kızı Merve de, aldığı psikoloji eğitimini kullanıp yeni mezun haliyle ekranda uzman görüşü beyan ediyordu, program uzun sürmeyince, nefret objesi olmadan insanlar tarafından unutulup gidiverdi (Benim gereksiz detayları hatırlayan hafızam gibi bir hafızası olanlar hariç!) . 

Buse Terim'in kendisinden çok, hakkında gazete köşelerinde yapılan analizler, bu bedduaları bir mantığa dayama gayreti dikkat çekici. Bunlardan biri, aynı yaş grubunda olup aynı başarıyı sağlayamayan yaşıtlarının sırf babası sayesinde özel okullarda, ABD'de okuyan BT'yi çekememesi. Özel bir üniversitede, tam burslu okumuş biri olarak bir sürü güdük dimağ ile aynı diplomayı almak bana da dokunmuştur ama hepsi de salak değildi, haklarını yemeyeyim. Anne-baba parası ile diploma, tek sebep değil tahminimce. O kadar, aynı özelliklere sahip ünlü çocuğu ortalarda dolaşırken, babasının Fatih Terim olması bir etken, nişanını bile gözlere sokması, bedavadan yaşadığına dair beyanlar vermesi ise aklıma gelen diğer olası sebepler...

BUSE TERİM KAFASI VE BEDDUA

Babasıyla bir alışveriş merkezindeyken kafasını döner kapının camına toslayan Buse Terim'e sosyal medyadan ölmesini dileyen beddualar geldiğini yazdı gazeteler. Üstüne bir de, kendisi ile röportajlar yapılıp "bir nefret öznesi" olmasının üstünde duruldu. O da, ne kadar çalışkan bir insan olduğundan, tanınırlığını hak ettiğinden dem vurdu. 

Hayatının amacı, o kıyafetle bu kıyafeti kombinleyip, markaları cilalayıp parlatmak olan bir insanı çok ciddiye almıyorum kişisel olarak. Bu kafaya mensup çok insan türedi bu aralar. Bu ülkede, ne yetenekli insanlar, işsizlikten sürünürken düğün masraflarını bile firma hediyelerinden çıkaran birini de çok sempatik bulamayacağım ama insanın hiç tanımadığı birine de beddua yağdırması, garip bir psikoloji! Daha önce, Terim'in büyük kızı Merve de, aldığı psikoloji eğitimini kullanıp yeni mezun haliyle ekranda uzman görüşü beyan ediyordu, program uzun sürmeyince, nefret objesi olmadan insanlar tarafından unutulup gidiverdi (Benim gereksiz detayları hatırlayan hafızam gibi bir hafızası olanlar hariç!) . 

Buse Terim'in kendisinden çok, hakkında gazete köşelerinde yapılan analizler, bu bedduaları bir mantığa dayama gayreti dikkat çekici. Bunlardan biri, aynı yaş grubunda olup aynı başarıyı sağlayamayan yaşıtlarının sırf babası sayesinde özel okullarda, ABD'de okuyan BT'yi çekememesi. Özel bir üniversitede, tam burslu okumuş biri olarak bir sürü güdük dimağ ile aynı diplomayı almak bana da dokunmuştur ama hepsi de salak değildi, haklarını yemeyeyim. Anne-baba parası ile diploma, tek sebep değil tahminimce. O kadar, aynı özelliklere sahip ünlü çocuğu ortalarda dolaşırken, babasının Fatih Terim olması bir etken, nişanını bile gözlere sokması, bedavadan yaşadığına dair beyanlar vermesi ise aklıma gelen diğer olası sebepler...

12 Ocak 2014 Pazar

KADER'İN KADERİ KADER DEĞİL!

Bugün gazete ve dergilerdeki haberlerin birinde, 11.5 yaşında evlenip 12.5 yaşında ilk 14 yaşında ikinci çocuğunu doğuran, ikinci çocuğunun ölümü ile kendisi de vurulmuş olarak odasında bulunan 14 yaşındaki Kader vardı. Saat başı, TV ekranlarında yer alan haberlerde, intihar ya da cinayet şüphesine vurgu yapılıyordu. 


Ölüm şekli ne olursa olsun, yaşam şekli insanı ürpertiyor. Dünkü yazımda bahsettiğim, ödev için tiyatro izleyip sıkılan liseli çocuklardan bile daha çocuk denen yaşta yaşadıkları içler acısı. O kadar çok şey söylenebilir, yazılabilir ki erken yaşta evlendirilip anne yapılan bu kızlar hakkında, artık tekrara düşmekten başka bir anlamı yok! Hala bir yerlerde, onların çocuk olduğunu unutan, kendilerine anne-baba demekten çekinmeyen o kadar çok insan (?) var ki maalesef. Okulların kapanmasına 2 hafta kala, arka arkaya gelen sınavlar için telaşlanması gereken bir çocuk, evlat acısı yaşayabiliyor, belki kendi yaşamına son veriyor, belki daha vahimi öldürülüyor. 


KADER'İN KADERİ KADER DEĞİL!

Bugün gazete ve dergilerdeki haberlerin birinde, 11.5 yaşında evlenip 12.5 yaşında ilk 14 yaşında ikinci çocuğunu doğuran, ikinci çocuğunun ölümü ile kendisi de vurulmuş olarak odasında bulunan 14 yaşındaki Kader vardı. Saat başı, TV ekranlarında yer alan haberlerde, intihar ya da cinayet şüphesine vurgu yapılıyordu. 


Ölüm şekli ne olursa olsun, yaşam şekli insanı ürpertiyor. Dünkü yazımda bahsettiğim, ödev için tiyatro izleyip sıkılan liseli çocuklardan bile daha çocuk denen yaşta yaşadıkları içler acısı. O kadar çok şey söylenebilir, yazılabilir ki erken yaşta evlendirilip anne yapılan bu kızlar hakkında, artık tekrara düşmekten başka bir anlamı yok! Hala bir yerlerde, onların çocuk olduğunu unutan, kendilerine anne-baba demekten çekinmeyen o kadar çok insan (?) var ki maalesef. Okulların kapanmasına 2 hafta kala, arka arkaya gelen sınavlar için telaşlanması gereken bir çocuk, evlat acısı yaşayabiliyor, belki kendi yaşamına son veriyor, belki daha vahimi öldürülüyor. 


TİYATRONUN ZORUNLU İZLEYİCİLERİ


Bu akşam arkadaşımla, onun yeni tanıştığım arkadaşı ve bu arkadaşın babasıyla (tamlamalar ordusu oldu!) geçen haftadan biletini aldığımız bir oyuna gittik. 

Bu şehirde salonlar, genelde tam kapasite ile hizmet veriyor. Üniversite öğrencilerinin yoğunluğu,izleyicilerin büyük bir kısmına denk geliyor. Daha alt öğrenim düzeyindekileri teşvik etmek için de, genelde öğretmenler performans ödevi gibi isimler altında teşvikler icat ediyorlar. Bu akşam da, arkadaşıma daha önce gittiğim bir senfoni orkestrası eşliğindeki bir konserde öğrencilerin öğretmenlerine söylene söylene bir hal olduklarına şahit olduğumu söyledim. Akabinde, arkadaşımın arkadaşının (belki muhtemel yeni arkadaşım) dayısı da oyunda rol aldığı için tebrik için onu beklerken arkadaşımın öğrencileri ile karşılaştık. Liseli bu grubu görünce, oyun da Kurtuluş Savaşı dönemi ile ilgili biraz aksak ritmli olunca içimizde kuşlar kanat çırpıverdi. Neden sonra, onların da öğretmenlerinin verdiği  ödev yüzünden geldiklerini,  biletlerini imzalatıp öğretmenlerine oyuna gittiklerini ispatlama derdinde olduklarını, salondaki bazı liselilerin uyuduğunu öğrenince içimizdeki kuşlar göç ediverdi birdenbire:(

TİYATRONUN ZORUNLU İZLEYİCİLERİ


Bu akşam arkadaşımla, onun yeni tanıştığım arkadaşı ve bu arkadaşın babasıyla (tamlamalar ordusu oldu!) geçen haftadan biletini aldığımız bir oyuna gittik. 

Bu şehirde salonlar, genelde tam kapasite ile hizmet veriyor. Üniversite öğrencilerinin yoğunluğu,izleyicilerin büyük bir kısmına denk geliyor. Daha alt öğrenim düzeyindekileri teşvik etmek için de, genelde öğretmenler performans ödevi gibi isimler altında teşvikler icat ediyorlar. Bu akşam da, arkadaşıma daha önce gittiğim bir senfoni orkestrası eşliğindeki bir konserde öğrencilerin öğretmenlerine söylene söylene bir hal olduklarına şahit olduğumu söyledim. Akabinde, arkadaşımın arkadaşının (belki muhtemel yeni arkadaşım) dayısı da oyunda rol aldığı için tebrik için onu beklerken arkadaşımın öğrencileri ile karşılaştık. Liseli bu grubu görünce, oyun da Kurtuluş Savaşı dönemi ile ilgili biraz aksak ritmli olunca içimizde kuşlar kanat çırpıverdi. Neden sonra, onların da öğretmenlerinin verdiği  ödev yüzünden geldiklerini,  biletlerini imzalatıp öğretmenlerine oyuna gittiklerini ispatlama derdinde olduklarını, salondaki bazı liselilerin uyuduğunu öğrenince içimizdeki kuşlar göç ediverdi birdenbire:(

10 Ocak 2014 Cuma

GÜNDÜZ EKRANI VE SOSYOLOJİK ÇIKARIMIM

Televizyonu; aynı anda yemek yemek, bir şeyler okuyup yazmak, telefonla konuşmak gibi faaliyetlerle beraber çoğu zaman radyo gibi fon sesi olarak kullandığımdan, birkaç kanalı çeken belediye sistemi ile idare ederim. Hem çalışan hem okuyan bir insan olduğumdan, gündüz ekranı denilen ekranla  da aram pek iyi değildir. O yüzden, özellikle hafta içi gündüz saatlerinde kanal değiştirme rekortmenlerinden biriyim herhalde.Akşam ekranlarında ne istediğini bilip ona göre kanal açan ben; kumandayı bir yana fırlatabiliyorken, sabah saatlerinde eleştirdiğim "zap müptelaları"na dönüşüveriyorum.

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim, sözün özüne: Sabah hatta öğle saatlerinde ekran kadın programlarıyla dolu malumunuz. Bunların bir kısmı sohbet, şarkı, uzman konuk ile dolu. Diğer grup ise; yarışma. Bu yarışmalar; bilgi yarışması falan değil doğrudan performansa yönelik. Örneğin; bugün bir kanalda anneler-kızlar yarışırken diğerinde gelinler-kaynanalar yarışmakta. Gelin- kaynana rekabeti, araya oğulların alınması ile sorulan sorularla renklendirilmiş sözüm ona. Zavallı erkekler, annesine ya da eşine hak verip birinin yarışmayı kazanmasında söz sahibi oluyorlar. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık olayı tam anlamıyla. Bir yandan eve eşiyle dönecek, tartışmayı göze alması lazım. Bir yandan, anne hakkı. Ne söylese boş.

İşin acıklı yanı, Türk erkeklerinin eşi ve annesi arasındaki tampon bölge olmaktan uzak, çoğu zaman aradaki sürtüşmeleri ekrandan öğrenen, annesini de eşini de tanımadığını öğrendiği halini izlemek. Bir de kendisini konuya hakim, ailenin direği görme acınasılığı. Örneğin; bir adamcağız "Evde kimin sözü geçer?" sorusuna, hem annesi, hem eşi "Gelinin sözü geçer." diye cevap vermelerine rağmen, "Benim sözüm geçer." deme gafletinde bulundu. O ana kadar, birbirine düşmüş olan gelin-kaynana ikilisi, el birliğiyle adamı sindirdiler, evde sözünün geçme ihtimalinin bile olmadığını bir çırpıda ekran başında öğretiverdiler:) Ben de, gündüz kuşağından sosyolojik bir ders çıkarmış oldum. Paylaşmasam olmazdı:)


GÜNDÜZ EKRANI VE SOSYOLOJİK ÇIKARIMIM

Televizyonu; aynı anda yemek yemek, bir şeyler okuyup yazmak, telefonla konuşmak gibi faaliyetlerle beraber çoğu zaman radyo gibi fon sesi olarak kullandığımdan, birkaç kanalı çeken belediye sistemi ile idare ederim. Hem çalışan hem okuyan bir insan olduğumdan, gündüz ekranı denilen ekranla  da aram pek iyi değildir. O yüzden, özellikle hafta içi gündüz saatlerinde kanal değiştirme rekortmenlerinden biriyim herhalde.Akşam ekranlarında ne istediğini bilip ona göre kanal açan ben; kumandayı bir yana fırlatabiliyorken, sabah saatlerinde eleştirdiğim "zap müptelaları"na dönüşüveriyorum.

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim, sözün özüne: Sabah hatta öğle saatlerinde ekran kadın programlarıyla dolu malumunuz. Bunların bir kısmı sohbet, şarkı, uzman konuk ile dolu. Diğer grup ise; yarışma. Bu yarışmalar; bilgi yarışması falan değil doğrudan performansa yönelik. Örneğin; bugün bir kanalda anneler-kızlar yarışırken diğerinde gelinler-kaynanalar yarışmakta. Gelin- kaynana rekabeti, araya oğulların alınması ile sorulan sorularla renklendirilmiş sözüm ona. Zavallı erkekler, annesine ya da eşine hak verip birinin yarışmayı kazanmasında söz sahibi oluyorlar. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık olayı tam anlamıyla. Bir yandan eve eşiyle dönecek, tartışmayı göze alması lazım. Bir yandan, anne hakkı. Ne söylese boş.

İşin acıklı yanı, Türk erkeklerinin eşi ve annesi arasındaki tampon bölge olmaktan uzak, çoğu zaman aradaki sürtüşmeleri ekrandan öğrenen, annesini de eşini de tanımadığını öğrendiği halini izlemek. Bir de kendisini konuya hakim, ailenin direği görme acınasılığı. Örneğin; bir adamcağız "Evde kimin sözü geçer?" sorusuna, hem annesi, hem eşi "Gelinin sözü geçer." diye cevap vermelerine rağmen, "Benim sözüm geçer." deme gafletinde bulundu. O ana kadar, birbirine düşmüş olan gelin-kaynana ikilisi, el birliğiyle adamı sindirdiler, evde sözünün geçme ihtimalinin bile olmadığını bir çırpıda ekran başında öğretiverdiler:) Ben de, gündüz kuşağından sosyolojik bir ders çıkarmış oldum. Paylaşmasam olmazdı:)


8 Ocak 2014 Çarşamba

YAŞ ALDIKÇA MANİLERİMİZ OLUR BİZİM


Doğum günlerinde, aile fertlerime sakızdan çıkmış maniler gibi kendi yazdığım manileri göndermeyi çok severim.Yıllar önce başlamış bu alışkanlık, kişiye özel, o yıl o kişinin gündeminde ne varsa içeriği bu gündeme uygun, yaşa atıfta bulunulan ve mutlaka kafiyeli maniler yazma ritüeli şeklindedir. Benim başlattığım bu gelenek, aile fertlerine ve aileye yeni katılanlara da sirayet etti yıllar içinde.

Bugün hayatımın en anlamlı hediyelerinden birini,15 aylık olmak üzere olan yeğenimden aldım:))) Ortak geçmişimizi içeren, şiirimsi bir maniler dizisi geldi e-posta kutuma. Bir de, yan yana fotoğraflarımız ve yukarıdaki resim:) Yaş itibariyle, onun adına annesi tarafından özenle yazılan bu mani, galiba toplayıcı- biriktirici şahsımın en değerli parçası olacak:))) 

DİPNOT/ DERİN NOT: Yeni yaşımda, bir e-günlük (blog)  sahibi olduğumu söylesem mi  artık tüm tanıdıklara yoksa böyle anonim kalmak mı güzel karar veremedim!







YAŞ ALDIKÇA MANİLERİMİZ OLUR BİZİM


Doğum günlerinde, aile fertlerime sakızdan çıkmış maniler gibi kendi yazdığım manileri göndermeyi çok severim.Yıllar önce başlamış bu alışkanlık, kişiye özel, o yıl o kişinin gündeminde ne varsa içeriği bu gündeme uygun, yaşa atıfta bulunulan ve mutlaka kafiyeli maniler yazma ritüeli şeklindedir. Benim başlattığım bu gelenek, aile fertlerine ve aileye yeni katılanlara da sirayet etti yıllar içinde.

Bugün hayatımın en anlamlı hediyelerinden birini,15 aylık olmak üzere olan yeğenimden aldım:))) Ortak geçmişimizi içeren, şiirimsi bir maniler dizisi geldi e-posta kutuma. Bir de, yan yana fotoğraflarımız ve yukarıdaki resim:) Yaş itibariyle, onun adına annesi tarafından özenle yazılan bu mani, galiba toplayıcı- biriktirici şahsımın en değerli parçası olacak:))) 

DİPNOT/ DERİN NOT: Yeni yaşımda, bir e-günlük (blog)  sahibi olduğumu söylesem mi  artık tüm tanıdıklara yoksa böyle anonim kalmak mı güzel karar veremedim!







7 Ocak 2014 Salı

KARGALARIN BÜLBÜLLERE ZULMÜ




Daha önce, dikkatsizlik nedeniyle sildiğim "Kelime Oyunu, Oyunlara mı Geldi?" yazımda da bahsettiğim gibi, yarışma denince aklına bilgi yarışması gelenlerdenim. Bu durum, televizyonda sadece belgesel izlediğini söyleyenlerin ukalalığından değil yetiştiğim kuşak itibariyle yarışma eşittir bilgi sınama diye öğrenmemden. Uzun zamandır ekranlarda, bilgi yarışmalarıyla yarışır sayıda en iyi sesi, şarkıcıyı seçmeye yönelik yarışma mevcut. Bunları da, sırf meraktan izlemişliğim var. Eleştirmek için bilmek lazım ,değil mi?

Bu yarışmaların, yarışmacıları parlatmak, ortaya iyi sesler çıkarmak gibi bir kaygılarının olmadığı aşikar.  Jüri denilen ünlü isimlerden oluşan insan güruhunun ne kadar nüktedan, hazır cevap ve müzikten anlayan dehalar olduğunu bizlere ispatlama çabası; sanki bu yarışmaların yegane amacı. Jüri üyesi seçme kriterleri, bu saydıklarıma göre yapılınca adamcıkların/kadıncıkların kulaklarımızı o güne kadar nasıl tırmaladıkları göz ardı ediliveriyor. Bu durum da, jüri üyelerinden kat be kat daha iyi sesli, daha yetenekli ve haddini bilen yarışmacılar ortaya çıkarıyor. Bu manzara da, bir grup karganın bülbüllere "Sen detone ve sürtone oldun, bu şarkıda duygunu seyirciye geçiremedin, mikrofonu çok salladın, sahneye tam hakimiyet kuramadın, tizlerde/ peslerde iyi değildin" diye ukalalık yapmasını andırıyor. İnsan önce bir kendine bakar, çuvaldızı da umarım o bet seslerin çıktığı gırtlağa sokar:)


KARGALARIN BÜLBÜLLERE ZULMÜ




Daha önce, dikkatsizlik nedeniyle sildiğim "Kelime Oyunu, Oyunlara mı Geldi?" yazımda da bahsettiğim gibi, yarışma denince aklına bilgi yarışması gelenlerdenim. Bu durum, televizyonda sadece belgesel izlediğini söyleyenlerin ukalalığından değil yetiştiğim kuşak itibariyle yarışma eşittir bilgi sınama diye öğrenmemden. Uzun zamandır ekranlarda, bilgi yarışmalarıyla yarışır sayıda en iyi sesi, şarkıcıyı seçmeye yönelik yarışma mevcut. Bunları da, sırf meraktan izlemişliğim var. Eleştirmek için bilmek lazım ,değil mi?

Bu yarışmaların, yarışmacıları parlatmak, ortaya iyi sesler çıkarmak gibi bir kaygılarının olmadığı aşikar.  Jüri denilen ünlü isimlerden oluşan insan güruhunun ne kadar nüktedan, hazır cevap ve müzikten anlayan dehalar olduğunu bizlere ispatlama çabası; sanki bu yarışmaların yegane amacı. Jüri üyesi seçme kriterleri, bu saydıklarıma göre yapılınca adamcıkların/kadıncıkların kulaklarımızı o güne kadar nasıl tırmaladıkları göz ardı ediliveriyor. Bu durum da, jüri üyelerinden kat be kat daha iyi sesli, daha yetenekli ve haddini bilen yarışmacılar ortaya çıkarıyor. Bu manzara da, bir grup karganın bülbüllere "Sen detone ve sürtone oldun, bu şarkıda duygunu seyirciye geçiremedin, mikrofonu çok salladın, sahneye tam hakimiyet kuramadın, tizlerde/ peslerde iyi değildin" diye ukalalık yapmasını andırıyor. İnsan önce bir kendine bakar, çuvaldızı da umarım o bet seslerin çıktığı gırtlağa sokar:)


6 Ocak 2014 Pazartesi

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

ANNELERİN YARATTIĞI TRAVMALAR

Uzun zamandır farklı farklı sorunları nedeniyle psikolojik yardım alan bir arkadaşım, en son oturumlarda tüm sorunlarının kaynağının annesi olduğunu keşfettiklerini söyledi. Arkadaşımın annesi ile ilişkisinde, annesi istiyor diye yapmak istemediği pek çok şeyi yapmak durumunda kaldığına, akraba günleri gibi gitmek istemediği pek çok yere gittiğine bizzat şahidim. Hatta, üniversite mezunu, meslek sahibi arkadaşım, boşandıktan sonra çocuğuyla birlikte  annesi istiyor diye onun bulunduğu şehre taşınmış ve ayrı evlerde yaşayabilmek için de mücadele vermek zorunda kalmış. 

Arkadaşımın, psikolojik danışma oturumlarından yaşadığı travmaların tüm kaynağının annesi olduğu çıkarımına ulaşması ile şarkıcı Demet Akalın'ın annesi ile ilgili söylediklerini okumam, aynı döneme denk geldi. Akalın, küçükken annesinin kendisinin üstünde sigara söndürdüğünü söylemiş, gazetecilere göre (sanki bu eylemi kendi yapmış gibi!) itiraf etmiş. 

Demet Akalın'ın kolay arıza çıkarabilen, herkesle kavgalı ama bir yandan da erkeği dominant görme eğilimi ve geyşa ruhu, bana hep  sağlıksız bir ruh halinin işaretçileri gibi gelmiştir (Kişisel değil mesleki bir yargı bu aslında!). Demek ki arkasında, anne ile yaşanan bu şiddet dolu ilişki varmış. Babasını erken yaşta kaybetmek, mutlaka bir başka etken ama baba sevgisini tolere etmeye çalışması gereken anne, üstünüzde sigara söndürünce çok da sağlıklı bir yetişkin olunamıyor maalesef. 

Arkadaşım, Demet Akalın ile kıyaslandığında munis bir karakter sayılır, onun kadar kavgacı değildir ama hayır demekte zorlanır, ruh hali salınımlardadır, kolay dibe vurur. O, babasını daha geç yaşta kaybetmiş ve bir keresinde, babasının anne ile arasında tampon rolde olabildiğinden bahsetmişti. Arızalarının, Demet Akalın'a göre az olmasının nedenlerinden biri belki de bu. 

Çocuk yetiştirmek için ehil olmamız, ehliyet koşulu vs. yok belki ama bu işin yanlış kaldırır yanı da yok. Annelerin anlık öfkeleri, hezeyanları, kişiliklerindeki törpülenmesi gereken yönleri; sadece kendi çocuklarını değil onlardan sonra gelen her kuşağı etkiliyor. Sonra arkadaşım gibi bilinçliler ve imkan bulabilenler, bir yolunu bulup profesyonel yardım alıp travmaların getirdiği yaraları sarmak için mesai harcamak zorunda kalıyor. Diğer grup ise, yaşadıklarının travma olduğunun bile farkında olamadan göçüp gidiyor, arızalarını  sonraki kuşaklara da taşıyarak...

5 Ocak 2014 Pazar

KENDİMİZE AÇILAN PENCERE


Lisans ve lisansüstü eğitim açısından disiplinler arası bir öğrenim sürecim olsa da, eğitimlerin ortak başlıklarından biri, "Kendini Tanıma Penceresi" idi. Hatta, bilimsel hazırlık evremde bu konu ile ilgili sorulmuş soruya lisans bilgilerimle cevap verebilmiştim. Doğum günüm yaklaştığından mıdır nedir, bu aralar bu pencere aklıma yeniden düştü. 

Bahsettiğim pencere, sadece sınavdan puan almaya yarayan bir pencere değil. Johari'nin Penceresi adı ile de anılan pencere, dört bölmeden oluşuyor. Yukarıdaki şekil çok daha net anlatacaktır ama özetle, 
                         -Kendimizle ilgili bildiklerimiz ama başkalarının haberdar olmadıkları
                         - Hem bizim hem de başkalarının bizimle ilgili bildikleri
                        - Başkalarının bizimle ilgili bildikleri ama bizim için muamma olan yönlerimiz
                          -Hem kendimiz hem de başkaları için sır olan yönlerimiz, bu pencereyi oluşturuyor. İşin ilginci, her birey "biricik" olduğundan pencerenin bölmeleri de, her birey için farklı boyutlarda olabiliyor. Bu hayali pencereyi, bir kağıda kendimiz için çizip, üstünde kalem oynatıp düşünmek, etrafımızdakilere bizimle ilgili keşiflerini sormaya başlamak (çevremizdekilerin söz ve davranışlarından bu güne kadar bizimle ilgili keşfettiklerini çözemediysek!),"bilinmeyen alan"ımızın ne kadar geniş olduğunu sorgulamak bulmaca tadında deneyimler olabilir. 


KENDİMİZE AÇILAN PENCERE


Lisans ve lisansüstü eğitim açısından disiplinler arası bir öğrenim sürecim olsa da, eğitimlerin ortak başlıklarından biri, "Kendini Tanıma Penceresi" idi. Hatta, bilimsel hazırlık evremde bu konu ile ilgili sorulmuş soruya lisans bilgilerimle cevap verebilmiştim. Doğum günüm yaklaştığından mıdır nedir, bu aralar bu pencere aklıma yeniden düştü. 

Bahsettiğim pencere, sadece sınavdan puan almaya yarayan bir pencere değil. Johari'nin Penceresi adı ile de anılan pencere, dört bölmeden oluşuyor. Yukarıdaki şekil çok daha net anlatacaktır ama özetle, 
                         -Kendimizle ilgili bildiklerimiz ama başkalarının haberdar olmadıkları
                         - Hem bizim hem de başkalarının bizimle ilgili bildikleri
                        - Başkalarının bizimle ilgili bildikleri ama bizim için muamma olan yönlerimiz
                          -Hem kendimiz hem de başkaları için sır olan yönlerimiz, bu pencereyi oluşturuyor. İşin ilginci, her birey "biricik" olduğundan pencerenin bölmeleri de, her birey için farklı boyutlarda olabiliyor. Bu hayali pencereyi, bir kağıda kendimiz için çizip, üstünde kalem oynatıp düşünmek, etrafımızdakilere bizimle ilgili keşiflerini sormaya başlamak (çevremizdekilerin söz ve davranışlarından bu güne kadar bizimle ilgili keşfettiklerini çözemediysek!),"bilinmeyen alan"ımızın ne kadar geniş olduğunu sorgulamak bulmaca tadında deneyimler olabilir. 


4 Ocak 2014 Cumartesi

MAAŞ ZAMLARI VE ALTTA YAZAN YORUMLAR


Malum yine Ocak ayı geldi çattı. Her yıl olduğu gibi listeler halinde, çarşaf çarşaf zamlı haliyle memur maaşları medyada yer almaya başladı. Bir şekilde, maaş sormanın çok da kibar bir davranış olmadığını algılamayan tanıdıklar da dahil diğer herkes, memurların o güne kadarki maaşları ile ilgili doğruları söylemediklerini düşünmeye başladılar. 

Hemen hemen her gazete, dergi ve bilumum  yazılı- görsel ya da işitsel medya zemininde maaşlar; çocuk yardımı, eş yardımı, dil tazminatı ve benzeri unsurlarla giydirilmiş haliyle yayınlanıyor ve bu durum da, sanki ülkenin tüm memurları refah içinde yaşıyor gibi bir manzara çiziliyor. İçinde olmasam, ben bile ikna olacağım o paraları aldığıma. Aynı meslek mensuplarının  ilk yılında aldıkları söylenen o paraları, on küsur yılı devirmişken göremedim daha! 

İşin en vahim kısmı da, zamla ilgili tüm haberlerde nefret kusan bir grubun olması. Zamma konu olan insanların çok yatıp az çalıştıklarını, maaş artışını hak etmediklerini dile getirip haklarını helal etmeyenler; yorum döşeme yarışına giriyorlar. Her meslek grubunda çürük elmalar var mutlaka, memurların bir kısmı da garanti bir işe sahip olmanın rehavetini taşımaktalar ama bu durum, medyada yer alan maaş artışlarının şişirilme olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu haberler; memurlar için değil işçiler, dişçiler,yemişçiler, her kim için yapılırsa aynı zihniyet yine nefretini kusuyor. Kendinden olmayanın kazandığına kafayı takmaktan, habere odaklanamıyor. Demem o ki, nefret kusulacaksa, şişirilme, yalan dolan, balon haberlere kusulsa daha sağduyulu olur. 

MAAŞ ZAMLARI VE ALTTA YAZAN YORUMLAR


Malum yine Ocak ayı geldi çattı. Her yıl olduğu gibi listeler halinde, çarşaf çarşaf zamlı haliyle memur maaşları medyada yer almaya başladı. Bir şekilde, maaş sormanın çok da kibar bir davranış olmadığını algılamayan tanıdıklar da dahil diğer herkes, memurların o güne kadarki maaşları ile ilgili doğruları söylemediklerini düşünmeye başladılar. 

Hemen hemen her gazete, dergi ve bilumum  yazılı- görsel ya da işitsel medya zemininde maaşlar; çocuk yardımı, eş yardımı, dil tazminatı ve benzeri unsurlarla giydirilmiş haliyle yayınlanıyor ve bu durum da, sanki ülkenin tüm memurları refah içinde yaşıyor gibi bir manzara çiziliyor. İçinde olmasam, ben bile ikna olacağım o paraları aldığıma. Aynı meslek mensuplarının  ilk yılında aldıkları söylenen o paraları, on küsur yılı devirmişken göremedim daha! 

İşin en vahim kısmı da, zamla ilgili tüm haberlerde nefret kusan bir grubun olması. Zamma konu olan insanların çok yatıp az çalıştıklarını, maaş artışını hak etmediklerini dile getirip haklarını helal etmeyenler; yorum döşeme yarışına giriyorlar. Her meslek grubunda çürük elmalar var mutlaka, memurların bir kısmı da garanti bir işe sahip olmanın rehavetini taşımaktalar ama bu durum, medyada yer alan maaş artışlarının şişirilme olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu haberler; memurlar için değil işçiler, dişçiler,yemişçiler, her kim için yapılırsa aynı zihniyet yine nefretini kusuyor. Kendinden olmayanın kazandığına kafayı takmaktan, habere odaklanamıyor. Demem o ki, nefret kusulacaksa, şişirilme, yalan dolan, balon haberlere kusulsa daha sağduyulu olur. 

3 Ocak 2014 Cuma

ÇOCUK İÇİN EVLENMEK


Cem Yılmaz'ın Ahu Yağtu ile evliliği, sadece bir yılı biraz aşkın bir süre devam edince; ekrana çıkan, klavyesine sarılan, dost sohbetlerinde konu bulamayan bilumum insan evladı ikilinin boşanma sebeplerini tartışır oldu. 

Sürüden bir koyun olmayayım derdiyle değil, mevzunun bitişinden çok başlangıcı bana ilginç geldiğinden bu konuda kalem oyanatayım istedim (Bilgisayarda yazınca, tuşları yerinden oynatıyoruz, o ayrı:).Malum; meşhur ikili, kadın kahramanı hamile kalınca evlilik kararı almıştı. Erkek tarafı, daha önce yıllar süren ilişkisinde bile evlilikten dem vurmamış, bekarlıktan sıkıldığını da ima etmemişti. Doğuma yetişelim telaşıyla deftere atılan imza ile aynı evde yaşamaya başlamak, beraber gezip tozarken eğlenceli olan bir tipi bebek pışpışlarken görmek düşünüp taşınıp evlenmekle aynı şey olmasa gerek. Düşünüp taşınılarak yapılan her evlilik sonsuza kadar sürmese de, insanın çocuk uğruna cendereye sıkışmasından yeğdir kanımca. Boşanma kararı, tarafları yıkmamıştır (Ahu Yağtu'nun üç ev, bir araba, 15 bin aylık nafaka ve iş kurmak için para aldığı düşünülürse, maddi olarak doğrulmuştur bile!), nihayetinde yetişkinler ama Cem Yılmaz'ın beş-altı yaşlarında çocuğunu yanına alma isteği, zorlu bir tecrübe olacak çocuk için. Sonuçta, anne-baba arasında bir velayet savaşı söz konusu olabilir bir kaç yıl sonra. 

Özetle, evlilik dışı bir eylemle ortaya çıkan ürünü (bebeği) evlilikle meşrulaştırmaya çalışmak, zaten sonu başından belli bir hikayeye imza atmak gibi. Ünlüler sayesinde de pek çok örneğini görüyoruz. O yüzden, Meryem Uzerli gibileri,
adamlar onlarla evlenmediği için dert yanmak yerine bu örneklere bakıp "Zaten bitecekti" diyebilmeliler. 

ÇOCUK İÇİN EVLENMEK


Cem Yılmaz'ın Ahu Yağtu ile evliliği, sadece bir yılı biraz aşkın bir süre devam edince; ekrana çıkan, klavyesine sarılan, dost sohbetlerinde konu bulamayan bilumum insan evladı ikilinin boşanma sebeplerini tartışır oldu. 

Sürüden bir koyun olmayayım derdiyle değil, mevzunun bitişinden çok başlangıcı bana ilginç geldiğinden bu konuda kalem oyanatayım istedim (Bilgisayarda yazınca, tuşları yerinden oynatıyoruz, o ayrı:).Malum; meşhur ikili, kadın kahramanı hamile kalınca evlilik kararı almıştı. Erkek tarafı, daha önce yıllar süren ilişkisinde bile evlilikten dem vurmamış, bekarlıktan sıkıldığını da ima etmemişti. Doğuma yetişelim telaşıyla deftere atılan imza ile aynı evde yaşamaya başlamak, beraber gezip tozarken eğlenceli olan bir tipi bebek pışpışlarken görmek düşünüp taşınıp evlenmekle aynı şey olmasa gerek. Düşünüp taşınılarak yapılan her evlilik sonsuza kadar sürmese de, insanın çocuk uğruna cendereye sıkışmasından yeğdir kanımca. Boşanma kararı, tarafları yıkmamıştır (Ahu Yağtu'nun üç ev, bir araba, 15 bin aylık nafaka ve iş kurmak için para aldığı düşünülürse, maddi olarak doğrulmuştur bile!), nihayetinde yetişkinler ama Cem Yılmaz'ın beş-altı yaşlarında çocuğunu yanına alma isteği, zorlu bir tecrübe olacak çocuk için. Sonuçta, anne-baba arasında bir velayet savaşı söz konusu olabilir bir kaç yıl sonra. 

Özetle, evlilik dışı bir eylemle ortaya çıkan ürünü (bebeği) evlilikle meşrulaştırmaya çalışmak, zaten sonu başından belli bir hikayeye imza atmak gibi. Ünlüler sayesinde de pek çok örneğini görüyoruz. O yüzden, Meryem Uzerli gibileri,
adamlar onlarla evlenmediği için dert yanmak yerine bu örneklere bakıp "Zaten bitecekti" diyebilmeliler. 

2 Ocak 2014 Perşembe

ZENGİNİN PARASI, SADECE ZÜĞÜRDÜN ÇENESİNİ YORMAZ!


Siyaset denilince, kafasında siyasetle ilgili uzaktan takip edilen, kirli bulunan, temiz ve dürüst insanların pek de bulaşmadığı bir şema olan bir kuşağın mensubuyum. Sonraki kuşaklarda da algı çok değişmedi, sadece kuşaklara verilen isimler değişti (X kuşağı, Y kuşağı, vb.) Bu nedenle, 17 Aralık'taki operasyonun siyasi boyutundan çok medyatik tarafı, insanlar için iyi bir malzeme oldu kanısındayım. "Hangi bakan ve oğlu, kaç ayakkabı kutusu kullandı?"sorunsalından çok "Ne olacak Ebru Gündeş'in hali?" daha çok meşgul etti gündemi.

Gündeş'in yaşayan babasının sahte mezarı başında el açıp gözyaşları döktüğünü unutup kendisini dürüstlük abidesi sananlar, daha da bir şaşırdı. Milletçe çabuk unutmaya meyilli olduğumuzdan, bu mert kadıncağız (!) ekranda kendisi, eşi ve çocuğu için ağlarken içleri buruluverdi. Adam, daha otuzuna merdiven dayamadan yabancı bir ülkede habire mal varlığı edinirken, bir yalı yetmemiş gibi iki yalı alıp tüp geçitle alttan birleştirirken karısı da "Kocam, bana Mars'ı da alacak." diye dalga geçmekteydi. Ne bilsin, ailece MARS olacaklarını! Yılbaşı gecesini de karakolda geçirip, programında eğlenemeyeceğini!

Bu operasyonun öncesinde, adamın mal varlığı bayağı bir çene yormuştu ama sonrasında yaşananlarla sadece züğürtlerin çenesinin yorulmayacağı ortaya çıktı. Hapishanede gün sayacak bir adam, onu dışarıda beklerse bir eş ve anne- babasını seçme şansı olsa belki bu ailenin semtine bile uğramayacak bir kız çocuğu; bu saatten sonra züğürdün çenesinden daha fazla yorulacak! Olan da, her zaman olduğu gibi yanlış anne-babanın çocuğuna olacak:(



ZENGİNİN PARASI, SADECE ZÜĞÜRDÜN ÇENESİNİ YORMAZ!


Siyaset denilince, kafasında siyasetle ilgili uzaktan takip edilen, kirli bulunan, temiz ve dürüst insanların pek de bulaşmadığı bir şema olan bir kuşağın mensubuyum. Sonraki kuşaklarda da algı çok değişmedi, sadece kuşaklara verilen isimler değişti (X kuşağı, Y kuşağı, vb.) Bu nedenle, 17 Aralık'taki operasyonun siyasi boyutundan çok medyatik tarafı, insanlar için iyi bir malzeme oldu kanısındayım. "Hangi bakan ve oğlu, kaç ayakkabı kutusu kullandı?"sorunsalından çok "Ne olacak Ebru Gündeş'in hali?" daha çok meşgul etti gündemi.

Gündeş'in yaşayan babasının sahte mezarı başında el açıp gözyaşları döktüğünü unutup kendisini dürüstlük abidesi sananlar, daha da bir şaşırdı. Milletçe çabuk unutmaya meyilli olduğumuzdan, bu mert kadıncağız (!) ekranda kendisi, eşi ve çocuğu için ağlarken içleri buruluverdi. Adam, daha otuzuna merdiven dayamadan yabancı bir ülkede habire mal varlığı edinirken, bir yalı yetmemiş gibi iki yalı alıp tüp geçitle alttan birleştirirken karısı da "Kocam, bana Mars'ı da alacak." diye dalga geçmekteydi. Ne bilsin, ailece MARS olacaklarını! Yılbaşı gecesini de karakolda geçirip, programında eğlenemeyeceğini!

Bu operasyonun öncesinde, adamın mal varlığı bayağı bir çene yormuştu ama sonrasında yaşananlarla sadece züğürtlerin çenesinin yorulmayacağı ortaya çıktı. Hapishanede gün sayacak bir adam, onu dışarıda beklerse bir eş ve anne- babasını seçme şansı olsa belki bu ailenin semtine bile uğramayacak bir kız çocuğu; bu saatten sonra züğürdün çenesinden daha fazla yorulacak! Olan da, her zaman olduğu gibi yanlış anne-babanın çocuğuna olacak:(



1 Ocak 2014 Çarşamba

TACİZCİLERİN FAZLA MESAİSİ




Ne zaman bu ülkede büyük kitlelerin bir araya geldiği bir eğlence, bir gösteri hasıl olsa, tacizci görüntülerini izlemek de kaçınılmaz olur. Dün gece, Taksim, Nişantaşı gibi merkezlerde düzenlenen yılbaşı eğlenceleri ile ilgili haberlerin bir kısmı da tacizcilerin "iş başında" olduğunu dile getiriyordu. Sanki bu adamlar (daha kadın tacizciye denk gelmedik bu haberlerde, şükür:), birer mevsimlik işçi ve eğlence mevsimi geldiğinde organize olup ortalığa saçılıyorlar.Muhtemelen, içkinin dozunu kaçırma, arkadaş gazı gibi bilumum sebeplerle yaptıkları hayvanca desek hayvanlara hakaret olacak davranışları nedeniyle kısa bir karakol ziyaretinden sonra dışarı salınıyorlar, ziyaretin kısa olanı da yeni icraatlerinin kapısını aralıyor! Bir de, ekrana çıkmaktan mahçup numarası yapıp bu durumdan bir dizi, reklam teklifi falan çıkar belki diye kameraya şebek gibi gülümseyenler var ki, evlerden uzak!

Bu adamların, dışarı kolayca çıkabilmelerinden daha vahimi de, gece dışarıda olan ve eğlenen kadınların her türlü tacizi hak ettiklerine inanan insanların varlığı. Bu zihniyet, kadınları içeriye hapsetmenin kapılarını da aralıyor maalesef. Evlerimiz çok güvenli olsa bari. Bu ülkede 80'li, 90'lı yaşlarındaki komşu teyzelerine saldıranlar da mevcut:(

Kadın ya da erkek hakkından önce insan olmaktan doğan haklarımız bize bahşedilse, başkasının herhangi bir özgürlüğünü kısıtlamadan  eğlence vb. kendi özgürlüklerimizi doya doya kullanabilsek o zaman takvimin değişmesi anlamlı hale gelecek. Değişen sadece takvim yaprağı ise ve zihniyetler değişmiyorsa, tacizcilerin fazla mesailerini izlemekten kurtulamayacağız'