27 Aralık 2014 Cumartesi

KÜRK MANTOLU TESADÜFLER ZİNCİRİ

Geç oldu Kürk  Mantolu Madonna'yı okumam, Sabahattin Ali ile okur olarak tanışmam. Okumayı öğrendiği günden beri kitap okumaktan bıkmayan biri için ayıp belki de. Konum bu değil ama dert yandım girişte.

Bizim okulun en sevdiğim yanlarından biri, neredeyse her öğretmenin elinde bir kitap olması. Nöbette, ders aralarında kitap okunması ve konuşulması. Bir kaç hafta önce elimde başka bir kitap varken, en kıdemli öğretmenlerimizden :T. Bey, "Bu kitabı komşumdan aldım, çok beğendim, sen de oku." diye elime tutuşturdu Kürk Mantolu Madonna'yı. 

O günlerde küçük kardeşimle hangi kitapları okuduğumuz hakkında telefonda konuşurken, okuduğu kitabın kahramanının Kürk Mantolu Madonna'ya hayran olduğunu söyledi. Üstüne aynı günlerde, O. ile yine telefonda konuşurken netten bu kitabı aldığını, yol kitabı yaptığını anlattı. 

En son bugün, manken ve oyuncu bir kızcağızın ne kadar entellektüel olduğunu sosyal medyadan duyurmak isterken bu kitabın resmini paylaşıp  altına da en sevdiği kitabın "Kürk Mantıklı Madonna" olduğunu yazıp rezil olduğunu okudum gazetede. Sonra, cahil olduğuna dair eleştiriler gelince paylaşımını silmiş, kitabın adını düzeltmek yerine hava atma çabasından vazgeçmiş anladığım kadarıyla.

Böyle bir tesadüfler zinciri var bu kitapla ilgili. Hayır en çok satanlar listesinde olsa anlayacağım. Bir dönem Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ını aldığını ve okuduğunu her ünlü bağırarak anlatıyordu. Hatta Hülya Avşar, rafında bulundurduğunu ama okumadığını itiraf edince pek bir ayıplanmıştı. Bu kitapta böyle bir durum da yok şu sıralar. Okumayanı dövmüyorlar yani.

Bu tesadüflerimin vardır elbet bir sebebi. Gidip kendime bir kürk manto alacak değilim ama duralım, bakalım, "Ne olacak?":)

KÜRK MANTOLU TESADÜFLER ZİNCİRİ

Geç oldu Kürk  Mantolu Madonna'yı okumam, Sabahattin Ali ile okur olarak tanışmam. Okumayı öğrendiği günden beri kitap okumaktan bıkmayan biri için ayıp belki de. Konum bu değil ama dert yandım girişte.

Bizim okulun en sevdiğim yanlarından biri, neredeyse her öğretmenin elinde bir kitap olması. Nöbette, ders aralarında kitap okunması ve konuşulması. Bir kaç hafta önce elimde başka bir kitap varken, en kıdemli öğretmenlerimizden :T. Bey, "Bu kitabı komşumdan aldım, çok beğendim, sen de oku." diye elime tutuşturdu Kürk Mantolu Madonna'yı. 

O günlerde küçük kardeşimle hangi kitapları okuduğumuz hakkında telefonda konuşurken, okuduğu kitabın kahramanının Kürk Mantolu Madonna'ya hayran olduğunu söyledi. Üstüne aynı günlerde, O. ile yine telefonda konuşurken netten bu kitabı aldığını, yol kitabı yaptığını anlattı. 

En son bugün, manken ve oyuncu bir kızcağızın ne kadar entellektüel olduğunu sosyal medyadan duyurmak isterken bu kitabın resmini paylaşıp  altına da en sevdiği kitabın "Kürk Mantıklı Madonna" olduğunu yazıp rezil olduğunu okudum gazetede. Sonra, cahil olduğuna dair eleştiriler gelince paylaşımını silmiş, kitabın adını düzeltmek yerine hava atma çabasından vazgeçmiş anladığım kadarıyla.

Böyle bir tesadüfler zinciri var bu kitapla ilgili. Hayır en çok satanlar listesinde olsa anlayacağım. Bir dönem Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ını aldığını ve okuduğunu her ünlü bağırarak anlatıyordu. Hatta Hülya Avşar, rafında bulundurduğunu ama okumadığını itiraf edince pek bir ayıplanmıştı. Bu kitapta böyle bir durum da yok şu sıralar. Okumayanı dövmüyorlar yani.

Bu tesadüflerimin vardır elbet bir sebebi. Gidip kendime bir kürk manto alacak değilim ama duralım, bakalım, "Ne olacak?":)

26 Aralık 2014 Cuma

YILBAŞI NEŞESİ

Yılbaşı yaklaşmaya başlayıp etrafta süsler, ışıklar ve renkler artmaya başladığından beri yeni yılla ilgili konuşmalar, yorumlar da artıyor haliyle. Kendimizi bildiğimizden beri, eski yıla yaşlı Noel Baba benzetmesiyle edilen vedalar, yeni yılı çıtır Noel Baba ile karşılamalar. Bildiğimiz klişeler...

Daha bitmeden eski yılı kışkışlama merakı, yeni yıla dair abartılı beklentileri de getiriyor. Eski yılı lanetli, gitmesi gereken, çabucak tüketilmesi gereken bir ucube olarak def etme merakı çoğu kişide kolayca gözlemlenebiliyor. Sanki bitmesi beklenen yıl, tüm sevdiklerini götürmüş, bütün doğal afetleri aynı anda yaşamış, evsiz- barksız kalmış, Maslow'un hiyerarşi basamaklarında ilk basamağa bile atlayamamış da, gitmesini bekliyor bu yılın. 

Yeni yıl, tabii ki biz beklesek de beklemesek de, istesek de istemesek de gelecek insanoğlu zamanları dilimlere ayırdığından beri ama bu şuursuz neşe, düşündürücü geliyor bana. Eğlenmek için başka sebeplerin bulunamaması, kendi kendini gaza getirip eğlenmek için yılbaşını bir umut kapısı yapıveriyor belki de bazıları için. Eleştirmiyorum, sadece üstünde düşünüp yazıyorum aslında. Altında yatanları anlamaya çalışarak!

Sevdiklerimizi götürmeyen, seveceğimiz yeni şeyler getiren yeni bir yıl gelmesini diliyor, gerçekçi "yılbaşı neşeleri" diliyorum herkese.

YILBAŞI NEŞESİ

Yılbaşı yaklaşmaya başlayıp etrafta süsler, ışıklar ve renkler artmaya başladığından beri yeni yılla ilgili konuşmalar, yorumlar da artıyor haliyle. Kendimizi bildiğimizden beri, eski yıla yaşlı Noel Baba benzetmesiyle edilen vedalar, yeni yılı çıtır Noel Baba ile karşılamalar. Bildiğimiz klişeler...

Daha bitmeden eski yılı kışkışlama merakı, yeni yıla dair abartılı beklentileri de getiriyor. Eski yılı lanetli, gitmesi gereken, çabucak tüketilmesi gereken bir ucube olarak def etme merakı çoğu kişide kolayca gözlemlenebiliyor. Sanki bitmesi beklenen yıl, tüm sevdiklerini götürmüş, bütün doğal afetleri aynı anda yaşamış, evsiz- barksız kalmış, Maslow'un hiyerarşi basamaklarında ilk basamağa bile atlayamamış da, gitmesini bekliyor bu yılın. 

Yeni yıl, tabii ki biz beklesek de beklemesek de, istesek de istemesek de gelecek insanoğlu zamanları dilimlere ayırdığından beri ama bu şuursuz neşe, düşündürücü geliyor bana. Eğlenmek için başka sebeplerin bulunamaması, kendi kendini gaza getirip eğlenmek için yılbaşını bir umut kapısı yapıveriyor belki de bazıları için. Eleştirmiyorum, sadece üstünde düşünüp yazıyorum aslında. Altında yatanları anlamaya çalışarak!

Sevdiklerimizi götürmeyen, seveceğimiz yeni şeyler getiren yeni bir yıl gelmesini diliyor, gerçekçi "yılbaşı neşeleri" diliyorum herkese.

21 Aralık 2014 Pazar

VELİ TOPLANTISI

Bugün, okulda veli toplantısı vardı. Ara karneler dağıtıldı, notlar ve devamsızlıklarla ilgili resmi olarak bilgilendirildi veliler bu yolla. O yüzden, sınıflarda öğrencilere velilerin notları değil davranışları konuşmak için gelmelerini istediğimi özellikle belirttim geçen haftadan. E-okul çıktığından  beri zaten karne öncesi notlar öğrenilebiliyor. Karnenin bir esprisi kalmadı malımunuz. 

Not da, çalışmana, konsantrasyonuna, isteğine göre azalıp artabilen bir şey ama ara karnede de, karnede de davranış kısmı yok liselerde ve konuşulması en önemli konu da o bence. Yoksa, olumsuz davranışlar bir çığ gibi büyüyor, yanındakine de bulaşıp kartopu etkisiyle ileride toplum zararına da oluyor. Bu yüzden, olumsuz davranışlar kemikleşmeden, kişiliğin ayrılmaz parçaları haline gelmeden veliyi de dahil edip bertaraf edilebildiği kadar edilsin istiyorum. Kişilik, doğuştan gelen mizaç kadar dönüşüme ve değişime açık karakterden oluşuyor malum.

Bu yüzden, bugün not soranı da, notu yükselmek için  konuşmak isteyeni de es geçmedim ama konuyu hep davranışa getirmeye çalıştım manevra yaparak. Bunu yaparken de, olabildiğince olumlu özellik de araya sıkıştırmaya çalışarak. Çünkü bazı velilerin veli toplantısına gelirken ürktüğünü, çocuğuyla ilgili olumsuz sözler duyma beklentisiyle ayaklarının geri geri gittiğini gözlemliyorum yıllardır. Çok kırılgan, el yordamıyla yetiştirdiği çocuğun sosyalleştiğinde problemli olduğunu çaresizce izleyen, izleyici olma dışında bir şey yapamadığı yüzüne her seferinde tokat gibi çarpılan, cep telefonunu elinden düşürmeme gibi konularda evde uygulayamadığı kuralların okulda kesinkes uygulanmasını bekleyen, elinde pimi çekilmiş kendi ürettiği bombayla hayat boyu yaşamaya mahkum...

VELİ TOPLANTISI

Bugün, okulda veli toplantısı vardı. Ara karneler dağıtıldı, notlar ve devamsızlıklarla ilgili resmi olarak bilgilendirildi veliler bu yolla. O yüzden, sınıflarda öğrencilere velilerin notları değil davranışları konuşmak için gelmelerini istediğimi özellikle belirttim geçen haftadan. E-okul çıktığından  beri zaten karne öncesi notlar öğrenilebiliyor. Karnenin bir esprisi kalmadı malımunuz. 

Not da, çalışmana, konsantrasyonuna, isteğine göre azalıp artabilen bir şey ama ara karnede de, karnede de davranış kısmı yok liselerde ve konuşulması en önemli konu da o bence. Yoksa, olumsuz davranışlar bir çığ gibi büyüyor, yanındakine de bulaşıp kartopu etkisiyle ileride toplum zararına da oluyor. Bu yüzden, olumsuz davranışlar kemikleşmeden, kişiliğin ayrılmaz parçaları haline gelmeden veliyi de dahil edip bertaraf edilebildiği kadar edilsin istiyorum. Kişilik, doğuştan gelen mizaç kadar dönüşüme ve değişime açık karakterden oluşuyor malum.

Bu yüzden, bugün not soranı da, notu yükselmek için  konuşmak isteyeni de es geçmedim ama konuyu hep davranışa getirmeye çalıştım manevra yaparak. Bunu yaparken de, olabildiğince olumlu özellik de araya sıkıştırmaya çalışarak. Çünkü bazı velilerin veli toplantısına gelirken ürktüğünü, çocuğuyla ilgili olumsuz sözler duyma beklentisiyle ayaklarının geri geri gittiğini gözlemliyorum yıllardır. Çok kırılgan, el yordamıyla yetiştirdiği çocuğun sosyalleştiğinde problemli olduğunu çaresizce izleyen, izleyici olma dışında bir şey yapamadığı yüzüne her seferinde tokat gibi çarpılan, cep telefonunu elinden düşürmeme gibi konularda evde uygulayamadığı kuralların okulda kesinkes uygulanmasını bekleyen, elinde pimi çekilmiş kendi ürettiği bombayla hayat boyu yaşamaya mahkum...

17 Aralık 2014 Çarşamba

KUTU KUTU PENSE

"Kutu gibi ev"
"Kutu kutu pense"
"Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü"
"Pandora'nın Kutusu"
"Tele Kutu Yarışması"

Hooooooooop! Serbest çağrışım! 

Sabahın 6'sında veri toplama ile ilgili bir kabus görüp uyanıp bir daha da uyuyamadığımda, bugünün 17 Aralık olduğu düştü aklıma. Bir yıl önce kutu denince aklımıza gelen şeylere yenisi eklendi: "Ayakkabı Kutusu"!!!

O kutular, doldu, boşaldı. Sahiplerinin canı yanmadan kutu içindeki paralar, yandı, bitti, kül oldu. Yine her zamanki gibi zenginin parası, züğürdün çenesini yordu!

KUTU KUTU PENSE

"Kutu gibi ev"
"Kutu kutu pense"
"Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü"
"Pandora'nın Kutusu"
"Tele Kutu Yarışması"

Hooooooooop! Serbest çağrışım! 

Sabahın 6'sında veri toplama ile ilgili bir kabus görüp uyanıp bir daha da uyuyamadığımda, bugünün 17 Aralık olduğu düştü aklıma. Bir yıl önce kutu denince aklımıza gelen şeylere yenisi eklendi: "Ayakkabı Kutusu"!!!

O kutular, doldu, boşaldı. Sahiplerinin canı yanmadan kutu içindeki paralar, yandı, bitti, kül oldu. Yine her zamanki gibi zenginin parası, züğürdün çenesini yordu!

13 Aralık 2014 Cumartesi

TİK TAK TİK TAK

Okulda telefonum hep sessizdedir benim. Perşembe günü, bir ara teneffüste telefona bakacağım tuttu, gördüm ki tez hocam aramış. Ne zamandır dönüt vermesini beklediğim literatür kısmı için görüşme planlayacağımızı düşünerek aradım kendisini. "Cuma gelebilecek misin?" dedi. "Sizinle görüşmeye mi?" diye sordum haliyle. "Yok, G. Hoca buradayken TİK yapalım, 26 Aralık'ta gelemeyebilirmiş." cevabını aldım yani bir gün sonra TİK olacağını haberini alıverdim!

Maceralı son TİK geçmişimden sonra, sürprizlere açığım,  o yüzden sürekli Aralık'ta jüri olacağını hatırlattım hocama ama yine takvim şaştı. Emekli olduktan sonra İstanbul'da bir özel üniversitede göreve başlayan jürideki bir başka profesörün takvimine uymak durumunda kaldım bu kez. E tabii, TİK benim olsa da, kararlar benim dışımda!

Perşembe günü, zaten okul yorgunu, Cumalarım boş olmasa nasıl izin alacağımı düşünüp iyice gergin ama bir yandan da "Olsun da, kurtulayım!" kafasında geçti. Okulda müdür değişti, adam daha selam vermedi kimseye, gidip izin almak ya da rapor almamı isterse sabahtan doktora gitmek zorunda kalacaktım, düşündükçe hala sinir oluyorum emrivakiye. 

Başı böyle olsa da, sonu iyi oldu neyse ki! Sabah erkenden hoca ile telefonlar ve görüşmeler ile bölünen bir görüşmemiz oldu, TİK için oda hazırlıklarını ve atıştıracakları bir şeyleri hazırlamak da benim işimdi o telaşta. Jüride, ağızlarından bal damladı hocaların. Hatta, tez danışmanım yeni bir şeyler yapmayı önerdiğinde, zaten yeterince yaptığımızı söyleyip onu da frenlediler. Üstüne, mezun olunca özel bir okulda çalışma önerisi de aldım. Devlet memuru zihniyetiyle havalara uçmadım ama düşünülmek gururumu okşadı:

Bütün bu hengamede, yakın arkadaşlarımın birinin doğum gününü de unutmuşum, kişisel tarihimde ilklerden biri! Hengame değil de bunuyorum ya da!

TİK TAK TİK TAK

Okulda telefonum hep sessizdedir benim. Perşembe günü, bir ara teneffüste telefona bakacağım tuttu, gördüm ki tez hocam aramış. Ne zamandır dönüt vermesini beklediğim literatür kısmı için görüşme planlayacağımızı düşünerek aradım kendisini. "Cuma gelebilecek misin?" dedi. "Sizinle görüşmeye mi?" diye sordum haliyle. "Yok, G. Hoca buradayken TİK yapalım, 26 Aralık'ta gelemeyebilirmiş." cevabını aldım yani bir gün sonra TİK olacağını haberini alıverdim!

Maceralı son TİK geçmişimden sonra, sürprizlere açığım,  o yüzden sürekli Aralık'ta jüri olacağını hatırlattım hocama ama yine takvim şaştı. Emekli olduktan sonra İstanbul'da bir özel üniversitede göreve başlayan jürideki bir başka profesörün takvimine uymak durumunda kaldım bu kez. E tabii, TİK benim olsa da, kararlar benim dışımda!

Perşembe günü, zaten okul yorgunu, Cumalarım boş olmasa nasıl izin alacağımı düşünüp iyice gergin ama bir yandan da "Olsun da, kurtulayım!" kafasında geçti. Okulda müdür değişti, adam daha selam vermedi kimseye, gidip izin almak ya da rapor almamı isterse sabahtan doktora gitmek zorunda kalacaktım, düşündükçe hala sinir oluyorum emrivakiye. 

Başı böyle olsa da, sonu iyi oldu neyse ki! Sabah erkenden hoca ile telefonlar ve görüşmeler ile bölünen bir görüşmemiz oldu, TİK için oda hazırlıklarını ve atıştıracakları bir şeyleri hazırlamak da benim işimdi o telaşta. Jüride, ağızlarından bal damladı hocaların. Hatta, tez danışmanım yeni bir şeyler yapmayı önerdiğinde, zaten yeterince yaptığımızı söyleyip onu da frenlediler. Üstüne, mezun olunca özel bir okulda çalışma önerisi de aldım. Devlet memuru zihniyetiyle havalara uçmadım ama düşünülmek gururumu okşadı:

Bütün bu hengamede, yakın arkadaşlarımın birinin doğum gününü de unutmuşum, kişisel tarihimde ilklerden biri! Hengame değil de bunuyorum ya da!

8 Aralık 2014 Pazartesi

KİŞİSEL TARİHE YANLIŞLARLA DOLU NOT DÜŞMEK

Yuvadan döndüğüm gün, kardeşim ve eşi beni terminale bırakmak üzere eve geldiler. Babamla B. (kardeşimin eşi), Hakan Şükür'ün milletvekili olmasına rağmen sosyal medyada "bazı" yerine "bağzı" yazması, Türkçe'nin doğru kullanımı üzerine bir sohbete giriştiler. 

Ben okuyucu olarak yazım yanlışlarına takılırım, içeriğe olan ilgimi kaybedip dikkatimi yazıya vermeye başlarım. Kalem ya da klavye kullanırken biraz özen beklerim. Bu, kişisel bir takıntı da olabilir, bir gereklilik de! Yoruma açık yani.

Sosyal medyada, hali hazırda bir editörümüz de yokken, yanlışlar yapmak olası. Kendi kendimizin editörüyken aynı barizlikte yazım yanlışı yapan bloglara takıldı aklım. Hata yapan ama bunu yazılar boyunca sürdüren, doğal olarak yanlışlara takılmaktan okuyucunun okumasını zorlaştıran. Tez yazarken, dergilerde editörlük de yapan bir danışmana sahip olduğumdan noktalı virgülü yanlış kullansam uyarı alabiliyorum, daha çok dikkat etsem de bazen gözden kaçabiliyor ama dikkat etmeye çalışıyorum. Bahsettiğim bloglarda ise sanki dikkat konusunda bir ihmal var çünkü ısrarla değişmiyor hatalar. Ayrı yazılması gereken "ki" ve "de"ler kavuşmuş, birleşik yazılması gerekenlerse gurbete düşmüş, kesme işaretleri başka bir gezegene gitmiş... 

Haber programlarında da alt yazılarda aynı hatalar yapılan bir ülkedeyiz, tamam ama kişisel tarihimize yanlışlarla dolu satırlarla iz bırakmaya çalışmak,önce kendimize, sonra okuyanlara haksızlık gibi geliyor.






KİŞİSEL TARİHE YANLIŞLARLA DOLU NOT DÜŞMEK

Yuvadan döndüğüm gün, kardeşim ve eşi beni terminale bırakmak üzere eve geldiler. Babamla B. (kardeşimin eşi), Hakan Şükür'ün milletvekili olmasına rağmen sosyal medyada "bazı" yerine "bağzı" yazması, Türkçe'nin doğru kullanımı üzerine bir sohbete giriştiler. 

Ben okuyucu olarak yazım yanlışlarına takılırım, içeriğe olan ilgimi kaybedip dikkatimi yazıya vermeye başlarım. Kalem ya da klavye kullanırken biraz özen beklerim. Bu, kişisel bir takıntı da olabilir, bir gereklilik de! Yoruma açık yani.

Sosyal medyada, hali hazırda bir editörümüz de yokken, yanlışlar yapmak olası. Kendi kendimizin editörüyken aynı barizlikte yazım yanlışı yapan bloglara takıldı aklım. Hata yapan ama bunu yazılar boyunca sürdüren, doğal olarak yanlışlara takılmaktan okuyucunun okumasını zorlaştıran. Tez yazarken, dergilerde editörlük de yapan bir danışmana sahip olduğumdan noktalı virgülü yanlış kullansam uyarı alabiliyorum, daha çok dikkat etsem de bazen gözden kaçabiliyor ama dikkat etmeye çalışıyorum. Bahsettiğim bloglarda ise sanki dikkat konusunda bir ihmal var çünkü ısrarla değişmiyor hatalar. Ayrı yazılması gereken "ki" ve "de"ler kavuşmuş, birleşik yazılması gerekenlerse gurbete düşmüş, kesme işaretleri başka bir gezegene gitmiş... 

Haber programlarında da alt yazılarda aynı hatalar yapılan bir ülkedeyiz, tamam ama kişisel tarihimize yanlışlarla dolu satırlarla iz bırakmaya çalışmak,önce kendimize, sonra okuyanlara haksızlık gibi geliyor.






5 Aralık 2014 Cuma

ÇAY ÇAY ÇAY

Damak zevkinin, genetik ya da psikolojik olarak belirlendiği ve değişebilir olduğu bilim adamlarınca tartışıladursun, bizim ailede 3 kuşaktır abartılı bir çay sevdası hakim. Türk milleti olarak zaten milli içeceğimiz ayran değil çay sayılmalı milletçe çay sevdamızdan dolayı ama bizim durumumuz bir bağımlılık düzeyinde gözetim altına alınabilir abartıda.

Daha önceki nesillerde durum nedir bilmiyorum ama babamın sabah kalkar kalkmaz yaktığı sigarasına eşlik eden zift kıvamındaki, uzun uzun kaynatılıp demlenmeye bırakılmış, üstünden kısacık zaman geçse de defalarca yine yeni yeniden ritüel halinde az şekerli çayı dillere destandır.

 Bayrağı ondan devralan ben, üniversiteden beri çaya benzeyen her şeyi içip çay konusundaki tiryakiliğine gustosunu ekleyememiş bir tiryakiyim. O, ince belli bardakla içer çayı, ben kazan boyutunda kupalarla. Ben üniversite yurdundan beri herkesin kaşığını daldırdığı toz şekeri kullanmamak, kantine de şeker taşıamamak için şekersiz içerim çayı, o çay kaşığının ucuyla aldığı az şekerle. Birebir kopya değil yani tiryakiliğimiz. 

Ama ben de onun gibi çaya kavuşamazsam baş ağrısı ile gezerim, çaya verdiğim parayı yemeğe, giysiye, başka bir  zevke vermemiş olabilirim hayatım boyunca. Babamın gecenin 2sinde demlediği çayı içmem için yaptığı davetlere yatağımdan kalkarak yüksünmeden icabet ettim kendimi bildim bileli. 

Yeşil çayın moda olduğu, beyaz çaya da meyledildiği bu günlerde çay siyah olmalı illa ki! Dünyadaki bütün hastalıklara, sorunlara derman olduğunu ispatlasalar bile yeşil çay olmaz tercihim, beyazı zaten denemedim ama netim siyah konusunda. İnatçıyım hatta:) Habire şuna zararlı, bunu azaltır deyip KARAlama kampanyası yapsalar da, yararlarının daha çok olduğuna inanırım. Mutlu ediyor tiryakilerini daha ne olsun?!

Babam ve benden sonra, çaysak (annemin deyimiyle çay tiryakileri:) aile fertlerine Minnoş da eklendi. Kelime dağarcığına "çay" kelimesini eklediğinden beri  bizim içtiğimiz çayları görünce, bir kaç damla çaya soğuk su ve şeker katılmış bir nevi şerbet kıvamında çayı ısrarla " Çay, çay, çay" diye bağırıp  istiyor. Yaşına uygun bitki çaylarına aynı hazla atılmadı hiç ama babamın herkesin itirazına rağmen bir kez denettiği çayın tiryakisi oluverdi. Onun durumunda genetik ne kadar işledi bilmem ama Minnoş'a acayip model olduk, sonu hayrolsun:)





ÇAY ÇAY ÇAY

Damak zevkinin, genetik ya da psikolojik olarak belirlendiği ve değişebilir olduğu bilim adamlarınca tartışıladursun, bizim ailede 3 kuşaktır abartılı bir çay sevdası hakim. Türk milleti olarak zaten milli içeceğimiz ayran değil çay sayılmalı milletçe çay sevdamızdan dolayı ama bizim durumumuz bir bağımlılık düzeyinde gözetim altına alınabilir abartıda.

Daha önceki nesillerde durum nedir bilmiyorum ama babamın sabah kalkar kalkmaz yaktığı sigarasına eşlik eden zift kıvamındaki, uzun uzun kaynatılıp demlenmeye bırakılmış, üstünden kısacık zaman geçse de defalarca yine yeni yeniden ritüel halinde az şekerli çayı dillere destandır.

 Bayrağı ondan devralan ben, üniversiteden beri çaya benzeyen her şeyi içip çay konusundaki tiryakiliğine gustosunu ekleyememiş bir tiryakiyim. O, ince belli bardakla içer çayı, ben kazan boyutunda kupalarla. Ben üniversite yurdundan beri herkesin kaşığını daldırdığı toz şekeri kullanmamak, kantine de şeker taşıamamak için şekersiz içerim çayı, o çay kaşığının ucuyla aldığı az şekerle. Birebir kopya değil yani tiryakiliğimiz. 

Ama ben de onun gibi çaya kavuşamazsam baş ağrısı ile gezerim, çaya verdiğim parayı yemeğe, giysiye, başka bir  zevke vermemiş olabilirim hayatım boyunca. Babamın gecenin 2sinde demlediği çayı içmem için yaptığı davetlere yatağımdan kalkarak yüksünmeden icabet ettim kendimi bildim bileli. 

Yeşil çayın moda olduğu, beyaz çaya da meyledildiği bu günlerde çay siyah olmalı illa ki! Dünyadaki bütün hastalıklara, sorunlara derman olduğunu ispatlasalar bile yeşil çay olmaz tercihim, beyazı zaten denemedim ama netim siyah konusunda. İnatçıyım hatta:) Habire şuna zararlı, bunu azaltır deyip KARAlama kampanyası yapsalar da, yararlarının daha çok olduğuna inanırım. Mutlu ediyor tiryakilerini daha ne olsun?!

Babam ve benden sonra, çaysak (annemin deyimiyle çay tiryakileri:) aile fertlerine Minnoş da eklendi. Kelime dağarcığına "çay" kelimesini eklediğinden beri  bizim içtiğimiz çayları görünce, bir kaç damla çaya soğuk su ve şeker katılmış bir nevi şerbet kıvamında çayı ısrarla " Çay, çay, çay" diye bağırıp  istiyor. Yaşına uygun bitki çaylarına aynı hazla atılmadı hiç ama babamın herkesin itirazına rağmen bir kez denettiği çayın tiryakisi oluverdi. Onun durumunda genetik ne kadar işledi bilmem ama Minnoş'a acayip model olduk, sonu hayrolsun:)





3 Aralık 2014 Çarşamba

BAHARI BEKLEYEN KUMRU

Yine yuvada, yine raporlu bir haftadayım. Anneannem de bizde,Minnoş da dahil 4 kuşak bir aradayız. 

Aile saadeti yaşamak bir yana, havalar bu kadar kasvetli olunca yazı yazmak bile zor geldi. Sonradan gördüğüm çağrılara, aramalara bile dönmeye tembellik ettiğim bir ruh hali! Oysa, yol kenarında otobüs beklerken mis gibi bir havayı arkamda bırakıp geldim. Ben gelmeden önceki günlerde orası da ayazdı, şimdi burası da yağmur çamur kaç gündür.

Mahvedecekse güzel havalar mahvetsin beni. Yaş aldıkça ılık günleri daha çok özler oldum. Balıkçı kazaklar giymeyi, çizmeler, botlar almayı severken azıcık güneşi görmek içimde kelebekler uçuruyor artık.Yaza hiç düşkün olamadım ezelden beri ama baharlar mis. Bekleme tuşuma basıldı sanki, beklemedeyim. 

BAHARI BEKLEYEN KUMRU

Yine yuvada, yine raporlu bir haftadayım. Anneannem de bizde,Minnoş da dahil 4 kuşak bir aradayız. 

Aile saadeti yaşamak bir yana, havalar bu kadar kasvetli olunca yazı yazmak bile zor geldi. Sonradan gördüğüm çağrılara, aramalara bile dönmeye tembellik ettiğim bir ruh hali! Oysa, yol kenarında otobüs beklerken mis gibi bir havayı arkamda bırakıp geldim. Ben gelmeden önceki günlerde orası da ayazdı, şimdi burası da yağmur çamur kaç gündür.

Mahvedecekse güzel havalar mahvetsin beni. Yaş aldıkça ılık günleri daha çok özler oldum. Balıkçı kazaklar giymeyi, çizmeler, botlar almayı severken azıcık güneşi görmek içimde kelebekler uçuruyor artık.Yaza hiç düşkün olamadım ezelden beri ama baharlar mis. Bekleme tuşuma basıldı sanki, beklemedeyim. 

22 Kasım 2014 Cumartesi

KARIŞIK

Önceki hafta sonu eve kapanıp teze yoğunlaştığımdan beri evde oturup kafa dinleme, sosyalleşmeme isteği doğdu bende. Havalar da gelgitli olunca dışarı çıkmak zulüm oldu sanki. Üstüne beden de eşlik etti havalara, dökülüyor. 

Tüm bunlara ek bu hafta, sanki inadına dokuz Çarşamba bir araya geldi durumunda. Tez danışmanımla buluşmak için randevulaşma (O, yine yoğunluktan unuttu!), doktorda saatlerce muayene, film çekimi, kontrol üçgeninde dikilmece, aç bilaç beklemenin ve yorgunluğun akşama kulak-baş ve boyun ağrısı olarak geri dönmesi, Bilişsel Davranışçı Terapi Kursu aylar öncesinde bitmesine rağmen sınavının bugün yapılmış olması, arkadaşımın tez danışmanıyla sorun yaşadığı için 10 saat derse girdiğim günün akşamında buluşup konuşmak istemesi... Bir de bu aralar ailemi çok özledim ama TİK'in erkene alınması ihtimali yüzünden plan yapamıyorum. Yazarken yoruldum!

O gün zorlayıcı olsa da, arkadaşımla buluşmam, eve kapanma döngümü kırdı. Birlikte 2 akşam yemeği sonrası bugün de sinema. Daha geç saatte olmasın diye ben başka filme girdim gerçi. Sırf sınav sonrası  kafa boşaltmak için romantik komedi seçtim. Bugün vizyondaki ilk günü olan Karışık Kaset'i. Geyikti, ihtiyaca cevap verdi yani. Çok sanatsal bir şey beklemiyordum, öyle de çıktı. 

Tüm filmle ilgili takıldığım bir şey var yalnız: Babasının arşivini ve yazdıklarını kullanıp babasının ölümünden sonra onun bir türlü bitiremediği kitabı bitiren oğul, kitabı kendi adıyla bastırıyor. İntihal değil mi bu? Git, romantik komedide buna takıl! Mesleki deformasyon resmen:)


KARIŞIK

Önceki hafta sonu eve kapanıp teze yoğunlaştığımdan beri evde oturup kafa dinleme, sosyalleşmeme isteği doğdu bende. Havalar da gelgitli olunca dışarı çıkmak zulüm oldu sanki. Üstüne beden de eşlik etti havalara, dökülüyor. 

Tüm bunlara ek bu hafta, sanki inadına dokuz Çarşamba bir araya geldi durumunda. Tez danışmanımla buluşmak için randevulaşma (O, yine yoğunluktan unuttu!), doktorda saatlerce muayene, film çekimi, kontrol üçgeninde dikilmece, aç bilaç beklemenin ve yorgunluğun akşama kulak-baş ve boyun ağrısı olarak geri dönmesi, Bilişsel Davranışçı Terapi Kursu aylar öncesinde bitmesine rağmen sınavının bugün yapılmış olması, arkadaşımın tez danışmanıyla sorun yaşadığı için 10 saat derse girdiğim günün akşamında buluşup konuşmak istemesi... Bir de bu aralar ailemi çok özledim ama TİK'in erkene alınması ihtimali yüzünden plan yapamıyorum. Yazarken yoruldum!

O gün zorlayıcı olsa da, arkadaşımla buluşmam, eve kapanma döngümü kırdı. Birlikte 2 akşam yemeği sonrası bugün de sinema. Daha geç saatte olmasın diye ben başka filme girdim gerçi. Sırf sınav sonrası  kafa boşaltmak için romantik komedi seçtim. Bugün vizyondaki ilk günü olan Karışık Kaset'i. Geyikti, ihtiyaca cevap verdi yani. Çok sanatsal bir şey beklemiyordum, öyle de çıktı. 

Tüm filmle ilgili takıldığım bir şey var yalnız: Babasının arşivini ve yazdıklarını kullanıp babasının ölümünden sonra onun bir türlü bitiremediği kitabı bitiren oğul, kitabı kendi adıyla bastırıyor. İntihal değil mi bu? Git, romantik komedide buna takıl! Mesleki deformasyon resmen:)


14 Kasım 2014 Cuma

FONDÖTEN


"Makyajda en önemli ürün fondöten; doğru fondöteni bulmak doğru adamı bulmaktır!" Nur Bilen YAVUZER

Yukarıdaki lafı inanarak söyleyen tek kadın o değildir eminim.. Bu lafa en içten dilekleriyle katılan, dış görünümüne takık, hayattaki bütün gaileleri fizikleri olan bir sürü kadın var. 

Çoğu zaman dalga geçip eleştirsem de, gerçekten dert edilecek şeyleri dert etmeyip bu tür eften püften şeylere kafacıklarını yoran zihniyete imreniyorum bazen. Bir yerlerde göçük olmuş, ağaçlar katledilmiş, çocuklar kaybolmuş bihaber yaşayıp gitmekteler. Fondöten seçimi,  hayatlarını sürdürecekleri adamların seçimiyle eş değer. Diğer dünya dertleriyse zaten dert değil. Kafalarına tokadan başka bir şey takmıyorlar anlayacağınız!

FONDÖTEN


"Makyajda en önemli ürün fondöten; doğru fondöteni bulmak doğru adamı bulmaktır!" Nur Bilen YAVUZER

Yukarıdaki lafı inanarak söyleyen tek kadın o değildir eminim.. Bu lafa en içten dilekleriyle katılan, dış görünümüne takık, hayattaki bütün gaileleri fizikleri olan bir sürü kadın var. 

Çoğu zaman dalga geçip eleştirsem de, gerçekten dert edilecek şeyleri dert etmeyip bu tür eften püften şeylere kafacıklarını yoran zihniyete imreniyorum bazen. Bir yerlerde göçük olmuş, ağaçlar katledilmiş, çocuklar kaybolmuş bihaber yaşayıp gitmekteler. Fondöten seçimi,  hayatlarını sürdürecekleri adamların seçimiyle eş değer. Diğer dünya dertleriyse zaten dert değil. Kafalarına tokadan başka bir şey takmıyorlar anlayacağınız!

11 Kasım 2014 Salı

BAYKUŞUMSU

Bugün dersim normalden geç başlıyordu ve ilk defa saatin çalışıyla uyandım uzun zamandır. Saati kursam bile öncesinde uyanıveriyorum çok uzun süredir. Çalışırken sabahın köründe kalkan biri olsam da saattin çalmasından önce uyanıyorum, hafta sonu da bu alışkanlıkla erkenden ayağa dikiliyorum. Yazın da gecenin körü mefhumu sabahın ilk ışıklarına varmaya başlıyor, yine 6 saat civarı uyuyabiliyorum. 

İnsanların uyku düzeni açısından tavuklar ve baykuşlar olarak sınıflandırıldığını bilirdim. Kendimi de çocukken bile erken yatamayan biri olarak baykuş sınıfına sokmam zor olmadı. Çok küçükken bile uzun bir süre "Uykudan Önce" programından, "Haydi çocuklar uykuya!" çağrısından ciddi şekilde nefret ettim. Akşam haberleri sırasında yere yastık koyup uyuyakalan kuzenlerime de hiç imrenmedim o yaşlarda. Hala saat 21:30'da televizyonda beliren uyku uyarısını görünce benim gibi çocukların ne düşündüklerini iyi bildiğimi düşünürken yakalarım kendimi. Ailem de pes etmişti erken yatmamız konusunda diretme hususunda, yatsam da saatlerce dönüp duracağımı bilirlerdi. 

Nitekim,  bu yazıda belirtildiğine göre ben hafta içi baykuş değilmişim. Uykusunu alınca uyanan "normal" sınıfına giriyormuşum. Hafta sonu ve tatillerdeyse gece yarısından sonra yattığım için  baykuş olduğuma göre, yarı baykuş yarı normal insan kıvamında baykuşumsu  bir yaratık oluyorum sanırım.

Bu yaşıma giridm yeni bir şey daha öğrendim. Kısa günün karı diyelim de, şapka olmayınca a üstünde, anlam da çek çek uzasın cinsinden...

BAYKUŞUMSU

Bugün dersim normalden geç başlıyordu ve ilk defa saatin çalışıyla uyandım uzun zamandır. Saati kursam bile öncesinde uyanıveriyorum çok uzun süredir. Çalışırken sabahın köründe kalkan biri olsam da saattin çalmasından önce uyanıyorum, hafta sonu da bu alışkanlıkla erkenden ayağa dikiliyorum. Yazın da gecenin körü mefhumu sabahın ilk ışıklarına varmaya başlıyor, yine 6 saat civarı uyuyabiliyorum. 

İnsanların uyku düzeni açısından tavuklar ve baykuşlar olarak sınıflandırıldığını bilirdim. Kendimi de çocukken bile erken yatamayan biri olarak baykuş sınıfına sokmam zor olmadı. Çok küçükken bile uzun bir süre "Uykudan Önce" programından, "Haydi çocuklar uykuya!" çağrısından ciddi şekilde nefret ettim. Akşam haberleri sırasında yere yastık koyup uyuyakalan kuzenlerime de hiç imrenmedim o yaşlarda. Hala saat 21:30'da televizyonda beliren uyku uyarısını görünce benim gibi çocukların ne düşündüklerini iyi bildiğimi düşünürken yakalarım kendimi. Ailem de pes etmişti erken yatmamız konusunda diretme hususunda, yatsam da saatlerce dönüp duracağımı bilirlerdi. 

Nitekim,  bu yazıda belirtildiğine göre ben hafta içi baykuş değilmişim. Uykusunu alınca uyanan "normal" sınıfına giriyormuşum. Hafta sonu ve tatillerdeyse gece yarısından sonra yattığım için  baykuş olduğuma göre, yarı baykuş yarı normal insan kıvamında baykuşumsu  bir yaratık oluyorum sanırım.

Bu yaşıma giridm yeni bir şey daha öğrendim. Kısa günün karı diyelim de, şapka olmayınca a üstünde, anlam da çek çek uzasın cinsinden...

4 Kasım 2014 Salı

RAPORLU HAFTANIN ÖZETİ

Geçen hafta raporlu olunca yuvaya döndüm fırsattan istifade. Zaten Minnoş, Ankara'ya doktora götürülecekti. Her nezle oluşunda ciğerleri doluyor ve hastanelik oluyor. Benden miras genetik yatkınlık olunca da astımdan şüphelenilmişti, o yüzden tavsiye üzerine bulunan bir doktorun yolunu tutması gerekti, ben de onunla alerji uzmanının yolunu tuttum meraktan. 

Gitmeden bir de grip aşısı oldum, kolum balon gibi oldu ilk defa. Daha önce 4 kez aşı oldum, ilk üçünde gripten beterdi halim. Mide bulantısı, baş dönmesi, ses kısıklığı hafta boyunca sürmüştü, tek iyi yanı burun akıntısının olmamasıydı. Bazı bünyeler, bu tepkiyi verirmiş öğrendiğime göre. Bendeki de ne bahtsa, nadir bulunan özelliğim nanemolla bünyem:)

Bütün hafta hastalıkla geçmedi neyse ki! Kardeşim, çalışan bir anne olduğundan Minnoş'a annem ve babam bakıyor hafta içi. Ben de eklendim bakım veren listesine neredeyse 10 gün. Daha doğrusu, yeme, içme, alt temizleme, uyutma gibi temel ihtiyaçları annem halletti, ben işin eğlenceli kısmını devraldım. Sabah 8.30'da, gece geç yatmanın etkisiyle uykulu olsam da, o geliyor diye kalktım. Kahvaltı sonrası abuk subuk müziklerle deli gibi dans edip tepindik, bağırarak şarkıları deforme edip söyledim, onu güldürdüm, güldüm, eğlendim. Sadece 1 gün teze göz atabildim ama değdi. 

Gelmeden 1 gün önce de küçük teyzesi dışında aile fertlerinin olduğu, baba tarafının da dahil olduğu, doktor randevusu nedeniyle gecikmeli kutladığımız bir doğum günü yaptık. Her fırsatta pasta üfleyen Minnoş, bu kez "İyi ki doğdun!" tezahüratı yapan sayısı artınca başka bir mest oldu. Hayran kitlesinin çoğalmasına sevindi yavrucak:) Uyku vakti gelince, yavaş yavaş evlerimizin yoluna koyulduk. 

Babası bizi eve bırakmak üzereyken yaygarayı koparıp evin dış kapısında dikildi. Uyusun diye "Ben aşağıdan bir şeyler alıp geleceğim, sen evde bekle." diye bir martaval çıktı ağzımdan. Çocukcağız, babası bizi bırakıp eve dönünce arkasında beni aramış, "İye, iye" (Teyze, oluyor İYE:) diye. Gecenin köründe ağlama krizlerine girmiş. Çok kötü oldum, her şeyi anladığını unutup gaflete düştüm, yavrucağızı kandırmış bulundum. Alışmamış ağızda martaval patladı anlayacağınız! Minnoş'u üzdüğümle kaldım:(

Üstüne, ertesi gün yola çıkacakken bir de terminalde babası onu oyaladı,  gözden kaybolduğumu önce fark etmedi ama tam arabalarına bineceklerken beni otobüste görüverdi, bir kıyamet de orada koptu. Ağlama krizlerine girmiş arkamdan yine. Dün de önce yattığım odayı, sonra bütün evi aramış bize gelince. Bulamayınca yine ağlamış. Özlenmek güzel de, onu üzmek değil!

RAPORLU HAFTANIN ÖZETİ

Geçen hafta raporlu olunca yuvaya döndüm fırsattan istifade. Zaten Minnoş, Ankara'ya doktora götürülecekti. Her nezle oluşunda ciğerleri doluyor ve hastanelik oluyor. Benden miras genetik yatkınlık olunca da astımdan şüphelenilmişti, o yüzden tavsiye üzerine bulunan bir doktorun yolunu tutması gerekti, ben de onunla alerji uzmanının yolunu tuttum meraktan. 

Gitmeden bir de grip aşısı oldum, kolum balon gibi oldu ilk defa. Daha önce 4 kez aşı oldum, ilk üçünde gripten beterdi halim. Mide bulantısı, baş dönmesi, ses kısıklığı hafta boyunca sürmüştü, tek iyi yanı burun akıntısının olmamasıydı. Bazı bünyeler, bu tepkiyi verirmiş öğrendiğime göre. Bendeki de ne bahtsa, nadir bulunan özelliğim nanemolla bünyem:)

Bütün hafta hastalıkla geçmedi neyse ki! Kardeşim, çalışan bir anne olduğundan Minnoş'a annem ve babam bakıyor hafta içi. Ben de eklendim bakım veren listesine neredeyse 10 gün. Daha doğrusu, yeme, içme, alt temizleme, uyutma gibi temel ihtiyaçları annem halletti, ben işin eğlenceli kısmını devraldım. Sabah 8.30'da, gece geç yatmanın etkisiyle uykulu olsam da, o geliyor diye kalktım. Kahvaltı sonrası abuk subuk müziklerle deli gibi dans edip tepindik, bağırarak şarkıları deforme edip söyledim, onu güldürdüm, güldüm, eğlendim. Sadece 1 gün teze göz atabildim ama değdi. 

Gelmeden 1 gün önce de küçük teyzesi dışında aile fertlerinin olduğu, baba tarafının da dahil olduğu, doktor randevusu nedeniyle gecikmeli kutladığımız bir doğum günü yaptık. Her fırsatta pasta üfleyen Minnoş, bu kez "İyi ki doğdun!" tezahüratı yapan sayısı artınca başka bir mest oldu. Hayran kitlesinin çoğalmasına sevindi yavrucak:) Uyku vakti gelince, yavaş yavaş evlerimizin yoluna koyulduk. 

Babası bizi eve bırakmak üzereyken yaygarayı koparıp evin dış kapısında dikildi. Uyusun diye "Ben aşağıdan bir şeyler alıp geleceğim, sen evde bekle." diye bir martaval çıktı ağzımdan. Çocukcağız, babası bizi bırakıp eve dönünce arkasında beni aramış, "İye, iye" (Teyze, oluyor İYE:) diye. Gecenin köründe ağlama krizlerine girmiş. Çok kötü oldum, her şeyi anladığını unutup gaflete düştüm, yavrucağızı kandırmış bulundum. Alışmamış ağızda martaval patladı anlayacağınız! Minnoş'u üzdüğümle kaldım:(

Üstüne, ertesi gün yola çıkacakken bir de terminalde babası onu oyaladı,  gözden kaybolduğumu önce fark etmedi ama tam arabalarına bineceklerken beni otobüste görüverdi, bir kıyamet de orada koptu. Ağlama krizlerine girmiş arkamdan yine. Dün de önce yattığım odayı, sonra bütün evi aramış bize gelince. Bulamayınca yine ağlamış. Özlenmek güzel de, onu üzmek değil!

24 Ekim 2014 Cuma

İYİ Kİ GELDİN:)

Tam 2 yıl önce....

Teyzemi kaybettikten tam 2 yıl 2 hafta sonra...

Teyze yaptın beni telefonuna "Küçük Anne" diye kaydeden  küçük teyzeni ve beni. 

Hissettiğim duyguya isim koymakta zorlanıyorum, diğer teyzene göre adı "aşk" bunun. Herkesin herhangi birine duyabileceği duygudan farklı bir şey olduğunu düşünüyorum senin için hissettiklerimizin. O yüzden aşk da değil, ilk defa tanımlamakta zorluk çekiyorum duygularımı. 

Kendimi farklı yönlerimle tanımamı sağlayan, ağır abla buldukları beni "hoplak, tırlak" birine dönüştüren, yorgunluktan tükenmişken birden deli gibi oyunlar oynamaya başlatan, sesini duyduğumda ve yüzünü gözümün önüne getirdiğimde sırıtmamı sağlayan acayip bir duygu durumu.

Duygularımı- tanımlayamadığım duygularımı- hiç tanımadığım insanlara ifşa etmeme bile sebep oldun. İyi ki varsın, iyi ki geldin, hep sana söylediğim gibi "Hepimiz seni çok seviyoruz."


İYİ Kİ GELDİN:)

Tam 2 yıl önce....

Teyzemi kaybettikten tam 2 yıl 2 hafta sonra...

Teyze yaptın beni telefonuna "Küçük Anne" diye kaydeden  küçük teyzeni ve beni. 

Hissettiğim duyguya isim koymakta zorlanıyorum, diğer teyzene göre adı "aşk" bunun. Herkesin herhangi birine duyabileceği duygudan farklı bir şey olduğunu düşünüyorum senin için hissettiklerimizin. O yüzden aşk da değil, ilk defa tanımlamakta zorluk çekiyorum duygularımı. 

Kendimi farklı yönlerimle tanımamı sağlayan, ağır abla buldukları beni "hoplak, tırlak" birine dönüştüren, yorgunluktan tükenmişken birden deli gibi oyunlar oynamaya başlatan, sesini duyduğumda ve yüzünü gözümün önüne getirdiğimde sırıtmamı sağlayan acayip bir duygu durumu.

Duygularımı- tanımlayamadığım duygularımı- hiç tanımadığım insanlara ifşa etmeme bile sebep oldun. İyi ki varsın, iyi ki geldin, hep sana söylediğim gibi "Hepimiz seni çok seviyoruz."


18 Ekim 2014 Cumartesi

HAYATI ERTELEMEMEK GEREK

Bugün bir arkadaşım FB'ta bir hocasının fotoğrafını beğenmiş, sayfama yansıdı Doçentlik sınavını geçen hoca, "Artık fotoğrafçılık kariyerime başlayabilirim sanırım." gibi bir açıklama yapmış herkese teşekkür edip sevincini paylaşırken.

Üniversite bitene kadar yıllarca süren okul hayatı, derken akademik kariyerle öğrenim hayatına eklenen yıllar. Bunca yıldır içten içe hobilere ayrılacak geniş zamanları beklemek, o zamanların gelmesini özlemek... Başka idealler uğruna hevesleri küllendirip hayatı ertelemek...Belki de hırslar uğruna!

Bir kaç işi bir arada yapmaya çalıştığım için  ve ciddi buldukları duruşum nedeniyle, üstüne bu işlerden biri akademik kariyer olduğundan hırslı biri olduğumu söyler beni yakından tanımayanlar. Gece- gündüz oturup ders çalıştığımı, habire makale okuduğumu düşündüklerini sezerim, bana çaktıranlar, dile getirenler de olur. Daha yakından tanıdıklarında resmin öteki yüzünü görüp, hobilerini ertelememeye çalışan, gezmek istiyorsa gezen, sosyal faaliyetlere de zaman ayıran biri olduğumu görünce önyargılarının yıkıldığını söylerler. Azimli olmanın başka şey olduğunu anlatmak zor olur tanımayanlara, İstemem de kendimi anlatmak zorunda kalmayı. 

Çevremde, öğretmen ve lisansüstü öğrencisi olmak üzere iki grup arkadaşım var benim. Aralarında kendini bir çarka hapsedip evden dışarı çıkmayanlar da var, daha önce anlatmıştım birini. Onların gözünde de boşverci ve tembel benim gibiler. İkisinin bir ortası olduğuna ikna olmaları zordur. Ya deli gibi çalışmalı ya da yan gelip yatılmalıdır. 

Sözün özü, hayatı ertelemeden, yapmak istediklerimizi uzak geleceklere ötelemeden yaşayabilmek büyük bir konfor. Bunu başarma mücadelesi vermek lazım!

HAYATI ERTELEMEMEK GEREK

Bugün bir arkadaşım FB'ta bir hocasının fotoğrafını beğenmiş, sayfama yansıdı Doçentlik sınavını geçen hoca, "Artık fotoğrafçılık kariyerime başlayabilirim sanırım." gibi bir açıklama yapmış herkese teşekkür edip sevincini paylaşırken.

Üniversite bitene kadar yıllarca süren okul hayatı, derken akademik kariyerle öğrenim hayatına eklenen yıllar. Bunca yıldır içten içe hobilere ayrılacak geniş zamanları beklemek, o zamanların gelmesini özlemek... Başka idealler uğruna hevesleri küllendirip hayatı ertelemek...Belki de hırslar uğruna!

Bir kaç işi bir arada yapmaya çalıştığım için  ve ciddi buldukları duruşum nedeniyle, üstüne bu işlerden biri akademik kariyer olduğundan hırslı biri olduğumu söyler beni yakından tanımayanlar. Gece- gündüz oturup ders çalıştığımı, habire makale okuduğumu düşündüklerini sezerim, bana çaktıranlar, dile getirenler de olur. Daha yakından tanıdıklarında resmin öteki yüzünü görüp, hobilerini ertelememeye çalışan, gezmek istiyorsa gezen, sosyal faaliyetlere de zaman ayıran biri olduğumu görünce önyargılarının yıkıldığını söylerler. Azimli olmanın başka şey olduğunu anlatmak zor olur tanımayanlara, İstemem de kendimi anlatmak zorunda kalmayı. 

Çevremde, öğretmen ve lisansüstü öğrencisi olmak üzere iki grup arkadaşım var benim. Aralarında kendini bir çarka hapsedip evden dışarı çıkmayanlar da var, daha önce anlatmıştım birini. Onların gözünde de boşverci ve tembel benim gibiler. İkisinin bir ortası olduğuna ikna olmaları zordur. Ya deli gibi çalışmalı ya da yan gelip yatılmalıdır. 

Sözün özü, hayatı ertelemeden, yapmak istediklerimizi uzak geleceklere ötelemeden yaşayabilmek büyük bir konfor. Bunu başarma mücadelesi vermek lazım!

17 Ekim 2014 Cuma

SÜRÜ PSİKOLOJİSİ

Geç kalkabileceğim bir günde alışkanlıkla erken kalkınca televizyonu açıp haberlere göz attım bolca zaplayarak. O esnada Karaman'da uçurumdan atlayan bir koyunun arkasından tek tek atlayarak boyunları kırılan, telef olan bir koyun sürüsünün haberi takıldı gözüme. Geri gidip izledim haberi. 

Koyun milletinin düşünemeden öndekini takip edip "sürü psikolojisi" ile uçuruma atlaması ne kadar beklenen bir şeyse, düşünmeye muktedir ama bundan aciz insan evlatlarını DÜŞÜNDÜM  haberden sonra!

SÜRÜ PSİKOLOJİSİ

Geç kalkabileceğim bir günde alışkanlıkla erken kalkınca televizyonu açıp haberlere göz attım bolca zaplayarak. O esnada Karaman'da uçurumdan atlayan bir koyunun arkasından tek tek atlayarak boyunları kırılan, telef olan bir koyun sürüsünün haberi takıldı gözüme. Geri gidip izledim haberi. 

Koyun milletinin düşünemeden öndekini takip edip "sürü psikolojisi" ile uçuruma atlaması ne kadar beklenen bir şeyse, düşünmeye muktedir ama bundan aciz insan evlatlarını DÜŞÜNDÜM  haberden sonra!

13 Ekim 2014 Pazartesi

HABERDAR OLMA HAKKI

Minnoş, dün gece acillik olmuş, gece hastanede yatmış yine. Tabii ben bunu hastaneden çıktıklarında, küçük kardeşim sayesinde öğrendim. Bana da, ona da söylenmemiş üzülmeyelim diye.

Ailemin bizi üzüntülerden koruma mekanizması bu şekilde işliyor çoğu zaman. Çaresi olmayan, bir katkımızın olamayacağı, sadece üzülmekle yetineceğimizi düşündükleri olayları saklamayı tercih ediyorlar. Dedemin ve babaannemin ölümü bir süre saklanmıştı, babam bayılıp düşünce, Minnoş yine hastanelik olunca da durum değişmedi. Bulaşıcı mıdır bilmem, eniştem de teyzemin kanserin son evresinde olduğunu hepimizden saklamıştı biz onu ilk evrede zannedip umutla beklerken. Şoku atlatmamız uzun sürdü haliyle.

Süreç ya da sonuç olumsuz da olsa, saklanmaması taraftarıyım. Sevdiklerimizi korumak, üzmemek adına olumsuzlukları saklamak onları olumsuzluklar karşısında hazırlıklı kılmıyor, olumsuzluklara karşı aniden bir emrivakiyle karşı karşıya bırakıveriyor. İçsel bir süreçten geçip kabullenmeye giden yola hazırlık yapabilecekken, pat diye süreçten habersiz sonucun içine itiveriyor. 

Hayat, maalesef her zaman olumlu gelişmelerle selamlamıyor bizi. Koruma dürtüsüyle gerçekleri saklamak, haber alma özgürlüğü kadar gardımızı almayı da engelliyor bence. 

HABERDAR OLMA HAKKI

Minnoş, dün gece acillik olmuş, gece hastanede yatmış yine. Tabii ben bunu hastaneden çıktıklarında, küçük kardeşim sayesinde öğrendim. Bana da, ona da söylenmemiş üzülmeyelim diye.

Ailemin bizi üzüntülerden koruma mekanizması bu şekilde işliyor çoğu zaman. Çaresi olmayan, bir katkımızın olamayacağı, sadece üzülmekle yetineceğimizi düşündükleri olayları saklamayı tercih ediyorlar. Dedemin ve babaannemin ölümü bir süre saklanmıştı, babam bayılıp düşünce, Minnoş yine hastanelik olunca da durum değişmedi. Bulaşıcı mıdır bilmem, eniştem de teyzemin kanserin son evresinde olduğunu hepimizden saklamıştı biz onu ilk evrede zannedip umutla beklerken. Şoku atlatmamız uzun sürdü haliyle.

Süreç ya da sonuç olumsuz da olsa, saklanmaması taraftarıyım. Sevdiklerimizi korumak, üzmemek adına olumsuzlukları saklamak onları olumsuzluklar karşısında hazırlıklı kılmıyor, olumsuzluklara karşı aniden bir emrivakiyle karşı karşıya bırakıveriyor. İçsel bir süreçten geçip kabullenmeye giden yola hazırlık yapabilecekken, pat diye süreçten habersiz sonucun içine itiveriyor. 

Hayat, maalesef her zaman olumlu gelişmelerle selamlamıyor bizi. Koruma dürtüsüyle gerçekleri saklamak, haber alma özgürlüğü kadar gardımızı almayı da engelliyor bence. 

10 Ekim 2014 Cuma

CANİLERİN KOLAYA KAÇIŞI: ÖLÜM

Münevver Karabulut'un katili C:G.'nin  (adını açık yazsam sayfam kirlenecek gibi geliyor!), hapishanede intihar ettiği haberleri var bugünkü gazetelerde. Tek başına yattığı hücresinden başka bir yere geçip sabaha karşı kendisini boğduğu yazılmış. Ne kadar doğru, gerçekten kendisi mi yaptı emin değilim. Üniversitede yan dal psikoloji okumamın yanında asıl alanım iletişim benim. Yazılıp çizilenleri, resmin hangi kısmını göstermek istiyorlarsa onu gördüğümüzü bilerek okuyorum, izliyorum bu yüzden. İçini bilince daha bir temkinli olma ihtiyacı duyuyor insan! 

Ölüm nedeni ne olursa olsun, sonuç bir katilin ölümü. Böyle durumlarda içsel bir sorgulama yaşıyorum ben. İçin için yüreğime su serpilirken, ölenin bir insan olduğu da- bu durumda olduğu gibi insanca davranmayan biri olsa da- dank ediveriyor birden. Münevver'in ailesinin ve kamu vicdanının feraha ermesi gibi bir düşüncenin yanı sıra ölenin ailesinin durumu geliveriyor aklıma. Bir yandan da, karşısındakinin ölüm şeklini olduğu gibi kendi ölüm şeklini de seçme lüksüne sahip çıkmak isteyen bir zavallı olduğunu düşünüyorum. Aldığı 24 yıllık cezanın çok az kısmını yatacağını bildiği halde bu fikre katlanamayan bir zavallıyı. 

Bu beni kötü bir insan yapar mı bilmiyorum ama canilerin, katillerin, tecavüzcülerin herkes için adil olan sona yani ölüme bu kadar kolay sığınmalarını hiç adil bulmuyorum. Yüreğime su serpilse de bu böyle!

CANİLERİN KOLAYA KAÇIŞI: ÖLÜM

Münevver Karabulut'un katili C:G.'nin  (adını açık yazsam sayfam kirlenecek gibi geliyor!), hapishanede intihar ettiği haberleri var bugünkü gazetelerde. Tek başına yattığı hücresinden başka bir yere geçip sabaha karşı kendisini boğduğu yazılmış. Ne kadar doğru, gerçekten kendisi mi yaptı emin değilim. Üniversitede yan dal psikoloji okumamın yanında asıl alanım iletişim benim. Yazılıp çizilenleri, resmin hangi kısmını göstermek istiyorlarsa onu gördüğümüzü bilerek okuyorum, izliyorum bu yüzden. İçini bilince daha bir temkinli olma ihtiyacı duyuyor insan! 

Ölüm nedeni ne olursa olsun, sonuç bir katilin ölümü. Böyle durumlarda içsel bir sorgulama yaşıyorum ben. İçin için yüreğime su serpilirken, ölenin bir insan olduğu da- bu durumda olduğu gibi insanca davranmayan biri olsa da- dank ediveriyor birden. Münevver'in ailesinin ve kamu vicdanının feraha ermesi gibi bir düşüncenin yanı sıra ölenin ailesinin durumu geliveriyor aklıma. Bir yandan da, karşısındakinin ölüm şeklini olduğu gibi kendi ölüm şeklini de seçme lüksüne sahip çıkmak isteyen bir zavallı olduğunu düşünüyorum. Aldığı 24 yıllık cezanın çok az kısmını yatacağını bildiği halde bu fikre katlanamayan bir zavallıyı. 

Bu beni kötü bir insan yapar mı bilmiyorum ama canilerin, katillerin, tecavüzcülerin herkes için adil olan sona yani ölüme bu kadar kolay sığınmalarını hiç adil bulmuyorum. Yüreğime su serpilse de bu böyle!

8 Ekim 2014 Çarşamba

SONA ERMEYEN YAZI


Yarın teyzemin 4. ölüm yıl dönümü. Ciddi anlamda yetişkinken kaybettiğim ilk yakınımın. En son lise ve üniversitede aile büyüklerimizi kaybetmiştik, yine çok acıydı ama bu başka. Teyzemi çok özlememin dışında, deli gibi ebeveynini kaybetmekten korkan benim için onları kaybetme ihtimalini habire hatırlattığı için belki de. 

Hayattaki zor anlarımda aile fertlerimin yüzlerini gözümün önünden bir film şeridi gibi geçirip güç toplarım. Çocukken başladığım bir alışkanlık bu. O film şeridinden bir karenin kopması, fikir olarak bile katlanmakta güçlük çektiğim bir durum. Ne olursa olsun, "Ailem hayatta ya!" deyip katlanabilirmişim gibi gelir bu yüzden. Bu koşullu bir tahammül gücü, bu nedenle çok kırılgan, bunun da farkındayım. Çok küçükken bile hep birlikte ölmek için dualar ederdim, büyüyünce bencilce olduğunu fark edip vazgeçtim bu duadan, daha önce ölen olmayı ister oldum. Ölüm acısı, yaptıklarımdan / yapamadıklarımdan doğan vicdan azabı, özlem gibi ölümün getirdiği olumsuzluklardan kaçmak için...






SONA ERMEYEN YAZI


Yarın teyzemin 4. ölüm yıl dönümü. Ciddi anlamda yetişkinken kaybettiğim ilk yakınımın. En son lise ve üniversitede aile büyüklerimizi kaybetmiştik, yine çok acıydı ama bu başka. Teyzemi çok özlememin dışında, deli gibi ebeveynini kaybetmekten korkan benim için onları kaybetme ihtimalini habire hatırlattığı için belki de. 

Hayattaki zor anlarımda aile fertlerimin yüzlerini gözümün önünden bir film şeridi gibi geçirip güç toplarım. Çocukken başladığım bir alışkanlık bu. O film şeridinden bir karenin kopması, fikir olarak bile katlanmakta güçlük çektiğim bir durum. Ne olursa olsun, "Ailem hayatta ya!" deyip katlanabilirmişim gibi gelir bu yüzden. Bu koşullu bir tahammül gücü, bu nedenle çok kırılgan, bunun da farkındayım. Çok küçükken bile hep birlikte ölmek için dualar ederdim, büyüyünce bencilce olduğunu fark edip vazgeçtim bu duadan, daha önce ölen olmayı ister oldum. Ölüm acısı, yaptıklarımdan / yapamadıklarımdan doğan vicdan azabı, özlem gibi ölümün getirdiği olumsuzluklardan kaçmak için...






4 Ekim 2014 Cumartesi

DALYA

Bu benim 100. yazımmış! Evimdeyim, hepimiz bir araya gelebildik:) Evden uzakta olduğum zaman diliminde yani hayatımın yarısında olduğu gibi, bayramlar benim için eve kavuşma vakitleri. Sevmediğim doğu ilinde tayinimin çıkmasını beklediğim günlere denk gelen tek bayram haricinde, tüm bayramlarda ailemle yan yanaydım. Dini ya da milli anlamı hep geri planda kalmıştır bu yüzden bayramlarımın. 

100. yazıyı da, eve kavuşmanın sevinciyle yazayım diye beklettim, bekledim. Dalya derken evde olayım istedim. Salıdan beri buradayım, huzurluyum. Küçük atışmalara başlayacak kadar alıştım ev haline:) 

İyi bayramlar, iyi tatiller, nice 100ler :)

DALYA

Bu benim 100. yazımmış! Evimdeyim, hepimiz bir araya gelebildik:) Evden uzakta olduğum zaman diliminde yani hayatımın yarısında olduğu gibi, bayramlar benim için eve kavuşma vakitleri. Sevmediğim doğu ilinde tayinimin çıkmasını beklediğim günlere denk gelen tek bayram haricinde, tüm bayramlarda ailemle yan yanaydım. Dini ya da milli anlamı hep geri planda kalmıştır bu yüzden bayramlarımın. 

100. yazıyı da, eve kavuşmanın sevinciyle yazayım diye beklettim, bekledim. Dalya derken evde olayım istedim. Salıdan beri buradayım, huzurluyum. Küçük atışmalara başlayacak kadar alıştım ev haline:) 

İyi bayramlar, iyi tatiller, nice 100ler :)

28 Eylül 2014 Pazar

SİSTEMİN DÖNMEYEN ÇARKI

Geçtiğimiz perşembe okul tarafından bir toplantıda görevlendirildim. Dersim bitti, saatlerce vakit geçsin diye bekleyip gittiğim toplantının baştan fos çıkacağını zaten bekliyordum ama görev icabı diye gittim yine de. 

Farklı okullardan öğretmenler, yabancı dil öğretimi ile ilgili bir program ile ilgili ne anlatacaklarını bekledik. Önce Milli Eğitim'den bir yetkilinin teşrif etmesini, konuşma yapmasını, sonra da uygulayamayacağımız bir programla ilgili bilgi almayı. Her öğrencinin evinde bilgisayar, kulaklık, mikrofon gibi ekipmana sahip olmasını, okulda da öğrenci başına aynı ekipmanın bulunduğu sınıfları gerektiren programı. Yok öyle bir imkan yani.

Milli Eğitim Müdürü emretmiş, bir sürü imkan gereken bu programı uygulamamızı. Her işimizde olduğu gibi, "Önce altyapı, sonra eylem" demeden, sırça köşkünde oturup altyapıdan önce eylemi seçerek. Akıllı tahta ve tablette de aynı şey oldu, bizim okul pilot bölgede olmasına rağmen, bulunduğu bölge akıllı tahta kurulumuna elverişli değil mesela. Elektriği olmayan köylere dağıtılan seçim buzdolapları gibi MEB'in her icraatı! Okumak istemeyeni  AB'ye şirin görünmek için zorla diplomalı yaptıkları gibi her yenilik bir marazla, bir imkansızlıkla baştan yanlış yapılıyor. Ben içindeyken çok yoruldum bu sistemin. Öğrenci olarak da yormuşlardı değişimlerden, öğretmenlik daha da çarkın içinde ezilmek demek. Doktoram bitince bu sistemden temelli çekip gitme şansım olabilir, hiyerarşisi yüzünden üniversite ne kadar şans ondan da emin değilim,  ama hep bu sistemin içinde kalacak, manevra yapmaya mecali, isteği, direnci kırılmışlara kolay gelsin!!!

SİSTEMİN DÖNMEYEN ÇARKI

Geçtiğimiz perşembe okul tarafından bir toplantıda görevlendirildim. Dersim bitti, saatlerce vakit geçsin diye bekleyip gittiğim toplantının baştan fos çıkacağını zaten bekliyordum ama görev icabı diye gittim yine de. 

Farklı okullardan öğretmenler, yabancı dil öğretimi ile ilgili bir program ile ilgili ne anlatacaklarını bekledik. Önce Milli Eğitim'den bir yetkilinin teşrif etmesini, konuşma yapmasını, sonra da uygulayamayacağımız bir programla ilgili bilgi almayı. Her öğrencinin evinde bilgisayar, kulaklık, mikrofon gibi ekipmana sahip olmasını, okulda da öğrenci başına aynı ekipmanın bulunduğu sınıfları gerektiren programı. Yok öyle bir imkan yani.

Milli Eğitim Müdürü emretmiş, bir sürü imkan gereken bu programı uygulamamızı. Her işimizde olduğu gibi, "Önce altyapı, sonra eylem" demeden, sırça köşkünde oturup altyapıdan önce eylemi seçerek. Akıllı tahta ve tablette de aynı şey oldu, bizim okul pilot bölgede olmasına rağmen, bulunduğu bölge akıllı tahta kurulumuna elverişli değil mesela. Elektriği olmayan köylere dağıtılan seçim buzdolapları gibi MEB'in her icraatı! Okumak istemeyeni  AB'ye şirin görünmek için zorla diplomalı yaptıkları gibi her yenilik bir marazla, bir imkansızlıkla baştan yanlış yapılıyor. Ben içindeyken çok yoruldum bu sistemin. Öğrenci olarak da yormuşlardı değişimlerden, öğretmenlik daha da çarkın içinde ezilmek demek. Doktoram bitince bu sistemden temelli çekip gitme şansım olabilir, hiyerarşisi yüzünden üniversite ne kadar şans ondan da emin değilim,  ama hep bu sistemin içinde kalacak, manevra yapmaya mecali, isteği, direnci kırılmışlara kolay gelsin!!!

26 Eylül 2014 Cuma

FRİKİK, SÖZLÜK YAZARLARI VE DEĞİŞKEN AHLAK

Internette gezinirken genelde net sözlüklerine de bakarım. Belli bir kelime ya da kalıp cümleye, farklı bir bakış açısıyla yaklaşan ve özellikle esprili bir dil kullanma tarzı olan sözlükleri de severim. Bazılarını ise; çok mide bulandırıcı ve ergenlerin ağızlarının suyunun aktığı, amiyane tabirle abazanların içlerini döktüğü ortamlara dönüşmüş ya da baştan o amaçla kurulmuş bulurum.  Okan Bayülgen'in savaş açtığı kadar varlar yani!
En son Çağla Şikel'in verdiği frikik, sözlük camiasında olay yaratmış durumda. Bazıları bunun kaza olduğunu, kadın üzerinden polemiğe gitmemek gerektiğini yazarken, bazı sözlük yazarları ise özetle tahrik olmuş durumda. Okurken, "Biz bu ergenlere her gün sırtımızı dönüp tahtaya geçiyoruz." ya da "Ergen değilseler daha vahim." diye düşünüp dehşete düştüm. 

Çağla Şikel, TVde o kazayı yaşadığında  evde TV açıktı ve askısının düştüğünü farketttim herkes gibi ama milisaniyelik süreydi, ekranda yavaş çekimle dondurup medyaya yayan da ayrı bir dehşet verici kafa, o da ayrı! Ekrana çıkarken daha temkinli olmak lazım ama mide bulandırıcı geyiklerin konusu olmak da zordur eminim. Milletçe ahlak kumkuması kesilirken, takma adlarla başkasının çocuğuna, eşine, annesine vs. iştah kabartabildiğimizi bir kez daha görmüş olduk bu olayla. 

FRİKİK, SÖZLÜK YAZARLARI VE DEĞİŞKEN AHLAK

Internette gezinirken genelde net sözlüklerine de bakarım. Belli bir kelime ya da kalıp cümleye, farklı bir bakış açısıyla yaklaşan ve özellikle esprili bir dil kullanma tarzı olan sözlükleri de severim. Bazılarını ise; çok mide bulandırıcı ve ergenlerin ağızlarının suyunun aktığı, amiyane tabirle abazanların içlerini döktüğü ortamlara dönüşmüş ya da baştan o amaçla kurulmuş bulurum.  Okan Bayülgen'in savaş açtığı kadar varlar yani!
En son Çağla Şikel'in verdiği frikik, sözlük camiasında olay yaratmış durumda. Bazıları bunun kaza olduğunu, kadın üzerinden polemiğe gitmemek gerektiğini yazarken, bazı sözlük yazarları ise özetle tahrik olmuş durumda. Okurken, "Biz bu ergenlere her gün sırtımızı dönüp tahtaya geçiyoruz." ya da "Ergen değilseler daha vahim." diye düşünüp dehşete düştüm. 

Çağla Şikel, TVde o kazayı yaşadığında  evde TV açıktı ve askısının düştüğünü farketttim herkes gibi ama milisaniyelik süreydi, ekranda yavaş çekimle dondurup medyaya yayan da ayrı bir dehşet verici kafa, o da ayrı! Ekrana çıkarken daha temkinli olmak lazım ama mide bulandırıcı geyiklerin konusu olmak da zordur eminim. Milletçe ahlak kumkuması kesilirken, takma adlarla başkasının çocuğuna, eşine, annesine vs. iştah kabartabildiğimizi bir kez daha görmüş olduk bu olayla. 

20 Eylül 2014 Cumartesi

MECBURİ GİDİŞLER...

Kardeşim nihayet atandı. Normalde aile içinde sevinçle karşılanması gereken bir haber çünkü daha önce yarım puanla kaçırmışlığı var. Bizdeyse tam tersi bir yas havası mevcut atama bir doğu iline olunca. 

Annem, daha tercih döneminde ağlamaya başlamıştı, kardeşimi de ağlama krizlerinden çıkaramadık bir süre. Üniversite dışında, hiç evden ayrılmamış evin küçük kızının yeni düzenine alışıp alışamayacağı, kalacak yer sorunsalı hepimizi gerdi. Ben, bir de uzaktan takip edip yolcu bile edemiyorum kardeşimi. Malum okullar açıldı, hafta sonu bile sınav görevim var. 

Aynı durumu yıllar önce, üstelik yine yüksek puanla yaşadığım için, ruh halini çok iyi anlıyorum ama ben buz gibi bir ile gitmiştim, o sıcacık bir yere gidecek. Üstelik benim dönüş tarihim meçhuldü, oysa eş durumundan seneye dönebileceğini bilerek gidiyor. Sürekli olumlu yanlarını bulup destek olmaya çalışıyorum ama o ya da bir başkası, sırf garanti bir iş için, devlet memuru olmak için sevdiklerinden uzak kalmasın istiyorum artık. Nasılsa, her şehirde açık var, her yıl bunu kendileri beyan ediyorlar ama .insanları bir köşeden diğerine savurmaktan vazgeçmiyorlar. 

"Bayrağımızın dikili olduğu her yerde görevimi yaparım." palavrasını sıkanlar gitsin uzaklara. Yapıyorsun yapmasına, senin orada olman oradaki öğrencilerin suçu değil nihayetinde ama gövden oralardayken ruhun olmak istediğin yerde kalıyor hep. Çok iyi hatırlıyorum oralardayken gerçeklik algımın bir anda yok olduğunu, derste kendimi evde hayal ettiğimi. Umarım, istemediği bir yerde yaşamaya mahkum olmaz hiç kimse. Yıllar sonra bile düzelecekse temennim bu. 

MECBURİ GİDİŞLER...

Kardeşim nihayet atandı. Normalde aile içinde sevinçle karşılanması gereken bir haber çünkü daha önce yarım puanla kaçırmışlığı var. Bizdeyse tam tersi bir yas havası mevcut atama bir doğu iline olunca. 

Annem, daha tercih döneminde ağlamaya başlamıştı, kardeşimi de ağlama krizlerinden çıkaramadık bir süre. Üniversite dışında, hiç evden ayrılmamış evin küçük kızının yeni düzenine alışıp alışamayacağı, kalacak yer sorunsalı hepimizi gerdi. Ben, bir de uzaktan takip edip yolcu bile edemiyorum kardeşimi. Malum okullar açıldı, hafta sonu bile sınav görevim var. 

Aynı durumu yıllar önce, üstelik yine yüksek puanla yaşadığım için, ruh halini çok iyi anlıyorum ama ben buz gibi bir ile gitmiştim, o sıcacık bir yere gidecek. Üstelik benim dönüş tarihim meçhuldü, oysa eş durumundan seneye dönebileceğini bilerek gidiyor. Sürekli olumlu yanlarını bulup destek olmaya çalışıyorum ama o ya da bir başkası, sırf garanti bir iş için, devlet memuru olmak için sevdiklerinden uzak kalmasın istiyorum artık. Nasılsa, her şehirde açık var, her yıl bunu kendileri beyan ediyorlar ama .insanları bir köşeden diğerine savurmaktan vazgeçmiyorlar. 

"Bayrağımızın dikili olduğu her yerde görevimi yaparım." palavrasını sıkanlar gitsin uzaklara. Yapıyorsun yapmasına, senin orada olman oradaki öğrencilerin suçu değil nihayetinde ama gövden oralardayken ruhun olmak istediğin yerde kalıyor hep. Çok iyi hatırlıyorum oralardayken gerçeklik algımın bir anda yok olduğunu, derste kendimi evde hayal ettiğimi. Umarım, istemediği bir yerde yaşamaya mahkum olmaz hiç kimse. Yıllar sonra bile düzelecekse temennim bu. 

18 Eylül 2014 Perşembe

OFFFFFFFFF

Galiba dünyadan haberdar olmayıp, cahil mutluluğuyla yaşamanın en iyisi olduğuna karar verip haberlerden uzak durmak gerek. Bugün, engelli kızına yıllarca karısının bilgisi dahilinde tecavüz eden, üstüne kızı defalarca hamile bırakıp bebekleri vahşice öldüren bir yaratıkla ilgili haberleri duyunca, görünce böyle bir karar almanın doğruluğunu düşündüm durdum. Dehşete düştüm, kanal değiştirmek dışında çare bulamadım. 

O kızcağızın hayatının kumandası elinde olamadı. Hayata engellerle başlamışken, baba denemeyecek yaratık başka engeller koydu önüne. Anne denemeyecek yaratık da, bunlara göz yumdu. Belki evden atar, döver, söver korkusuyla. İnsanlığı değil kendi konforunu seçerek. 

Bir yerlerde birilerinin başına gelen felaketleri bile takip etmek yorucuyken, bir de bunlara maruz kalanların olduğunu bilmek zor geldi. Kötülüklerin, haksızlıkların, adiliklerin fişi çekilmeden haber kaynaklarımın fişini çekmek tek çare geldi işte.

OFFFFFFFFF

Galiba dünyadan haberdar olmayıp, cahil mutluluğuyla yaşamanın en iyisi olduğuna karar verip haberlerden uzak durmak gerek. Bugün, engelli kızına yıllarca karısının bilgisi dahilinde tecavüz eden, üstüne kızı defalarca hamile bırakıp bebekleri vahşice öldüren bir yaratıkla ilgili haberleri duyunca, görünce böyle bir karar almanın doğruluğunu düşündüm durdum. Dehşete düştüm, kanal değiştirmek dışında çare bulamadım. 

O kızcağızın hayatının kumandası elinde olamadı. Hayata engellerle başlamışken, baba denemeyecek yaratık başka engeller koydu önüne. Anne denemeyecek yaratık da, bunlara göz yumdu. Belki evden atar, döver, söver korkusuyla. İnsanlığı değil kendi konforunu seçerek. 

Bir yerlerde birilerinin başına gelen felaketleri bile takip etmek yorucuyken, bir de bunlara maruz kalanların olduğunu bilmek zor geldi. Kötülüklerin, haksızlıkların, adiliklerin fişi çekilmeden haber kaynaklarımın fişini çekmek tek çare geldi işte.

16 Eylül 2014 Salı

İZLENİMLER...

Gezi yazısı yazmayı sevmiyorum çünkü gittiğim yerin olumlu yanlarına odaklanmak yerine gözüme ba1tanları anlatmaya yatkınım. Gittiğim yerlerde bir turist nerelere giderse, kültür turizmine neler dahilse gezmekten hoşlanıyorum,az vakitte gezip görmekten yorulana kadar dolaştığım oluyor ama iş bunları yazıya dökmeye gelince istekli değilim ben. 

Gezi yazıları okurken de, mevcut riskler, alternatifler dışında ilgimi çeken pek bir şey olmuyor. Herkesin izlenimleri kendine özel diye düşünüyorum. Birinin ilkbaharda gittiği bir yere ben kışın gitsem, yanımda başka insanlar olsa vs. tüm koşullar gibi o yere bakış açım da farklı olacak, bunu biliyorum. O yüzden, Ayvalık'la ilgili o kadar reklam kampanyasının sadece reklam ve efsane mi yoksa gerçeklerle örülü mü olduğuna gidip gören herkes kendi karar versin de diyebilirim. Benim için şehir efsanesiydi, Zonguldak'ın çok daha güzel olduğuna karar verdim,lağım kokusundan burnumun direkleri sızladı ama yine deniz görmek, bol bol müze gezmek, Kaz Dağları'na çıkmak güzeldi diyebilirim özetle.

Drama kursuna gelince, farklı şehirlerden ve branşlardan, çeşitli yaş gruplarından 100ü aşkın insanın 4 ayrı grupta bir araya geldiği bir ortam olarak çok renkliydi. Ben giderken çekingendim. Kendimi biliyorum, Beden Eğitimi dersleri kabusumdu, topluluk içinde elim ayağıma dolaşırdı. Hala da, yeni ortamlara kolay adapte olabilen biri değilim, uzun uzun gözlemleyip yavaş yavaş kaynaşırım. Yaratıcı drama yaparken, yavaş kaynaşma şansı yok oysa. El ele tutuşup çember olurken birden kaynaşıveriyor insan:) Sabah 08.45, öğlen 13.00 arası sadece bir kaç kısa mola haricinde, durum böyle olunca, beraber sürekli  doğaçlayıp canlandırma yapınca kaynaşmamak mümkün değil. Üstelik, grupla psikolojik danışma oturumlarında olduğu gibi bazen etkinliklerin dışında kalıp gözlemleme şansı da yok, sürekli bir faaliyet hali.Yorucu ama keyifli ve farklı bir deneyimdi benim açımdan anlayacağınız. Kısa dönemde, iletişim adreslerinin alındığı, sosyal medya gruplarının kurulup paylaşımlar yapıldığı hızlı bir kaynaşma süreci oldu. Bir süre sonra, ağız alışkanlığıyla yurt diye bahsetmeye başladığımız otelde kurulan  arkadaşlıklar da cabası. Ben bile bir kaç telefon numarası ile ayrıldım. 


İZLENİMLER...

Gezi yazısı yazmayı sevmiyorum çünkü gittiğim yerin olumlu yanlarına odaklanmak yerine gözüme ba1tanları anlatmaya yatkınım. Gittiğim yerlerde bir turist nerelere giderse, kültür turizmine neler dahilse gezmekten hoşlanıyorum,az vakitte gezip görmekten yorulana kadar dolaştığım oluyor ama iş bunları yazıya dökmeye gelince istekli değilim ben. 

Gezi yazıları okurken de, mevcut riskler, alternatifler dışında ilgimi çeken pek bir şey olmuyor. Herkesin izlenimleri kendine özel diye düşünüyorum. Birinin ilkbaharda gittiği bir yere ben kışın gitsem, yanımda başka insanlar olsa vs. tüm koşullar gibi o yere bakış açım da farklı olacak, bunu biliyorum. O yüzden, Ayvalık'la ilgili o kadar reklam kampanyasının sadece reklam ve efsane mi yoksa gerçeklerle örülü mü olduğuna gidip gören herkes kendi karar versin de diyebilirim. Benim için şehir efsanesiydi, Zonguldak'ın çok daha güzel olduğuna karar verdim,lağım kokusundan burnumun direkleri sızladı ama yine deniz görmek, bol bol müze gezmek, Kaz Dağları'na çıkmak güzeldi diyebilirim özetle.

Drama kursuna gelince, farklı şehirlerden ve branşlardan, çeşitli yaş gruplarından 100ü aşkın insanın 4 ayrı grupta bir araya geldiği bir ortam olarak çok renkliydi. Ben giderken çekingendim. Kendimi biliyorum, Beden Eğitimi dersleri kabusumdu, topluluk içinde elim ayağıma dolaşırdı. Hala da, yeni ortamlara kolay adapte olabilen biri değilim, uzun uzun gözlemleyip yavaş yavaş kaynaşırım. Yaratıcı drama yaparken, yavaş kaynaşma şansı yok oysa. El ele tutuşup çember olurken birden kaynaşıveriyor insan:) Sabah 08.45, öğlen 13.00 arası sadece bir kaç kısa mola haricinde, durum böyle olunca, beraber sürekli  doğaçlayıp canlandırma yapınca kaynaşmamak mümkün değil. Üstelik, grupla psikolojik danışma oturumlarında olduğu gibi bazen etkinliklerin dışında kalıp gözlemleme şansı da yok, sürekli bir faaliyet hali.Yorucu ama keyifli ve farklı bir deneyimdi benim açımdan anlayacağınız. Kısa dönemde, iletişim adreslerinin alındığı, sosyal medya gruplarının kurulup paylaşımlar yapıldığı hızlı bir kaynaşma süreci oldu. Bir süre sonra, ağız alışkanlığıyla yurt diye bahsetmeye başladığımız otelde kurulan  arkadaşlıklar da cabası. Ben bile bir kaç telefon numarası ile ayrıldım. 


14 Eylül 2014 Pazar

YİNE GİTTİM, YİNE DÖNDÜM

Bloga bu kadar uzun süre ara vermemiştim ama ev(ler)den uzaktaydım geçen Pazar'dan beri. Akıllı telefon falan almam lazım galiba artık. Uzun süre yazmamak, ya biriktirip yazamamaya ya da yazdıklarımızı paylaşma konusunda kendimizi sorgulamaya itiyor. En azından bende öyle oluyor. Neden tanımadığım insanlarla bir şeyler paylaştığımı sorguladım bir süre. Bu Cuma gecesi eve döndüğümden beri de, yazmaya niyetlenip nereden başlayacağımı bilemeyecek kadar gündem doluydum. 

Tam da dönüş üstüne yazı yazıp, evi  toparlamaya, sabahları erken kalkmaya alışmaya çalışırken yazıdan 2 gün sonra Cuma günü elime yazın başvurduğum seminere kabul edildiğime dair bir faks geçti, hem de mesai bitimine yakın.Yazın seminer dönemi okulda boş boş oturup lak lak yapmayalım diye 5 tane faaliyet başvurusu yaptığım halde, müdür sadece 1 tanesini onaylayabilmişti. Birlikte gitmeyi planladığımız arkadaşımın ise hiçbir faaliyetini onaylamayı becerememiş. 450 kişinin başvurduğunu bildiğimden umudum çok da yoktu. Şansım döndü yani bu sefer:) 

Ama! (İlla bir ama olmak zorunda mı?)

Okulda müdür görevine son verilmesinin şerefine(!) izne ayrılmış haldeyken, memur dışında muhatap bulamaz, yetkililerin meşgul çalan telefonlarına ulaşmaya çalışırken gerim gerim gerildim. Sonra Pazar günü yola çıkmak için hazırlıklara, bilet ayarlamalara geldi sıra. Halledip yola çıktım sabah sabah. Akşam Ayvalık Lale Adası'nda denize nazır uygulama otelinde yerimiz hazırdı. Eğitim alacağımız okul, otelin yanı başındaydı. 

Drama kursunun detayları ve Ayvalık izlenimlerim az sonraaaaaaaa!


.

YİNE GİTTİM, YİNE DÖNDÜM

Bloga bu kadar uzun süre ara vermemiştim ama ev(ler)den uzaktaydım geçen Pazar'dan beri. Akıllı telefon falan almam lazım galiba artık. Uzun süre yazmamak, ya biriktirip yazamamaya ya da yazdıklarımızı paylaşma konusunda kendimizi sorgulamaya itiyor. En azından bende öyle oluyor. Neden tanımadığım insanlarla bir şeyler paylaştığımı sorguladım bir süre. Bu Cuma gecesi eve döndüğümden beri de, yazmaya niyetlenip nereden başlayacağımı bilemeyecek kadar gündem doluydum. 

Tam da dönüş üstüne yazı yazıp, evi  toparlamaya, sabahları erken kalkmaya alışmaya çalışırken yazıdan 2 gün sonra Cuma günü elime yazın başvurduğum seminere kabul edildiğime dair bir faks geçti, hem de mesai bitimine yakın.Yazın seminer dönemi okulda boş boş oturup lak lak yapmayalım diye 5 tane faaliyet başvurusu yaptığım halde, müdür sadece 1 tanesini onaylayabilmişti. Birlikte gitmeyi planladığımız arkadaşımın ise hiçbir faaliyetini onaylamayı becerememiş. 450 kişinin başvurduğunu bildiğimden umudum çok da yoktu. Şansım döndü yani bu sefer:) 

Ama! (İlla bir ama olmak zorunda mı?)

Okulda müdür görevine son verilmesinin şerefine(!) izne ayrılmış haldeyken, memur dışında muhatap bulamaz, yetkililerin meşgul çalan telefonlarına ulaşmaya çalışırken gerim gerim gerildim. Sonra Pazar günü yola çıkmak için hazırlıklara, bilet ayarlamalara geldi sıra. Halledip yola çıktım sabah sabah. Akşam Ayvalık Lale Adası'nda denize nazır uygulama otelinde yerimiz hazırdı. Eğitim alacağımız okul, otelin yanı başındaydı. 

Drama kursunun detayları ve Ayvalık izlenimlerim az sonraaaaaaaa!


.

3 Eylül 2014 Çarşamba

DÖNÜŞ ÜSTÜNE

Tatil bitti, geriye döndüm! Bayrama kadar özlemle dolu günler başladı yani. Giderken filtresi elimde kalan, su boşaltamayan makinem ve tez bitince nasılsa taşınacağım, taşınırken daha öncekini de nakliyeciler oraya buraya çarpmıştı diye yenisini almamam, lojmanda bu yıl kalmaya devam edip edememe durumu, tez için veri toplama telaşının devamı (ne uzun sürdü Yarabbi!), okul açılana kadar elimize geçmeyip okulun ilk günü elime tutuşturulacak ders programının ne olacağı endişesi, 2 aydır boş olan evi temizleme... Yuvadan (yuvaya değil!) dönüş, tüm yetişkinlik sorumluluklarını sırtlanmak demek benim için anlayacağınız.

Sorumluluklar yüklenmek, bu sorumlulukların üstesinden gelmeye çalışmak zor da olsa güzel yine de. Hayat hep tatildeki gibi olsa, babam çayı demlese, annem kahvaltıyı hazırlasa şeklinde geçmez hayat! Farkındayım. Tatilde de yapacaklarımın listesini düşünüp kafamı yorsam da, eyleme geçmeme lüksüm vardı, galiba bunu arıyorum. Ailemin özlemiyle birleşince, tatilin bitmesi zor geldi. Yıllardır aynı ruh haliyle başlıyorum yeni eğitim-öğretim yılına. Alıştım ama kanıksayamadım. Ben kolay kolay kanıksayabilen  biri değilim ne de olsa. İnsanları da, olayları da!

DÖNÜŞ ÜSTÜNE

Tatil bitti, geriye döndüm! Bayrama kadar özlemle dolu günler başladı yani. Giderken filtresi elimde kalan, su boşaltamayan makinem ve tez bitince nasılsa taşınacağım, taşınırken daha öncekini de nakliyeciler oraya buraya çarpmıştı diye yenisini almamam, lojmanda bu yıl kalmaya devam edip edememe durumu, tez için veri toplama telaşının devamı (ne uzun sürdü Yarabbi!), okul açılana kadar elimize geçmeyip okulun ilk günü elime tutuşturulacak ders programının ne olacağı endişesi, 2 aydır boş olan evi temizleme... Yuvadan (yuvaya değil!) dönüş, tüm yetişkinlik sorumluluklarını sırtlanmak demek benim için anlayacağınız.

Sorumluluklar yüklenmek, bu sorumlulukların üstesinden gelmeye çalışmak zor da olsa güzel yine de. Hayat hep tatildeki gibi olsa, babam çayı demlese, annem kahvaltıyı hazırlasa şeklinde geçmez hayat! Farkındayım. Tatilde de yapacaklarımın listesini düşünüp kafamı yorsam da, eyleme geçmeme lüksüm vardı, galiba bunu arıyorum. Ailemin özlemiyle birleşince, tatilin bitmesi zor geldi. Yıllardır aynı ruh haliyle başlıyorum yeni eğitim-öğretim yılına. Alıştım ama kanıksayamadım. Ben kolay kolay kanıksayabilen  biri değilim ne de olsa. İnsanları da, olayları da!

27 Ağustos 2014 Çarşamba

22

Minnoş'un 22. ayını sürdüğü bu günlerde (ay dönümü kutlamalarına devam,  gelsin her bahaneye üflenen mumlar!)  ve çok daha öncesinde, bizim ahalide benim de tam, günü gününe hem de, 22 aylıkken kardeş sahibi olup "abla" payesi edinmemi konuşur olduk. Ne kadar küçük, savunmasız, ilgiye muhtaç olduğuna bakıp bakıp, her anını daha da ilgiyle gözlemleyerek kardeşimle aramızdaki yaş farkının azlığının herkese haksızlık olduğuna kanaat getirmiş bulunduk. 

Özellikle annem, beni o yaşta istemeden de olsa abla yaptıkları için bana haksızlık ettiğine karar vermiş durumda. Torununun bu yaşta ağabey olma ihtimalini düşünüp bu ihtimali korkunç bulmakta, büyük olanın daha çok ihmal edileceğini düşünüp üzülmekte yani. Ben o yaşlarda, derdini anlatan bir bebe-çocukmuşum, o yüzden Minnoş ile kıyaslama yapmaya başlamadan kardeşler arasındaki 22 aylık fark ona çok da az gelmezdi. Şimdi önünde  daha somut bir örnek dururken fark daha çarpıcı geldi.

Biz de, merdivenli ve sobalı bir evde, bugünün teknolojisi olmadan, başkasından da yardım almadan 2 çocuğa bakmak durumunda olduğu için kendimizi onun yerine koyup eski hallerine acımaktayız. Karşılıklı empatiyi açmış bir sempati hali yani. 

Abla olmaktan yana bir sıkıntım olmasa da, illa çoğalma ihityacı duyuluyorsa (bizimkilerinki bilinçli olmamış o yaşlardaki hemen herkesinki gibi) çocuklar arasındaki yaş farkının anne- babayı da, çocukları da mağdur etmemesi gerektiğine inanıyorum. Tam 2 yaş krizi evrelerinde bir kardeş sahibi olmak, bende mutlaka izler bırakmıştır. Titizlikle hatta obsessiflikle eleştirildiğimde kendimi böyle savunuyorum:) 

22

Minnoş'un 22. ayını sürdüğü bu günlerde (ay dönümü kutlamalarına devam,  gelsin her bahaneye üflenen mumlar!)  ve çok daha öncesinde, bizim ahalide benim de tam, günü gününe hem de, 22 aylıkken kardeş sahibi olup "abla" payesi edinmemi konuşur olduk. Ne kadar küçük, savunmasız, ilgiye muhtaç olduğuna bakıp bakıp, her anını daha da ilgiyle gözlemleyerek kardeşimle aramızdaki yaş farkının azlığının herkese haksızlık olduğuna kanaat getirmiş bulunduk. 

Özellikle annem, beni o yaşta istemeden de olsa abla yaptıkları için bana haksızlık ettiğine karar vermiş durumda. Torununun bu yaşta ağabey olma ihtimalini düşünüp bu ihtimali korkunç bulmakta, büyük olanın daha çok ihmal edileceğini düşünüp üzülmekte yani. Ben o yaşlarda, derdini anlatan bir bebe-çocukmuşum, o yüzden Minnoş ile kıyaslama yapmaya başlamadan kardeşler arasındaki 22 aylık fark ona çok da az gelmezdi. Şimdi önünde  daha somut bir örnek dururken fark daha çarpıcı geldi.

Biz de, merdivenli ve sobalı bir evde, bugünün teknolojisi olmadan, başkasından da yardım almadan 2 çocuğa bakmak durumunda olduğu için kendimizi onun yerine koyup eski hallerine acımaktayız. Karşılıklı empatiyi açmış bir sempati hali yani. 

Abla olmaktan yana bir sıkıntım olmasa da, illa çoğalma ihityacı duyuluyorsa (bizimkilerinki bilinçli olmamış o yaşlardaki hemen herkesinki gibi) çocuklar arasındaki yaş farkının anne- babayı da, çocukları da mağdur etmemesi gerektiğine inanıyorum. Tam 2 yaş krizi evrelerinde bir kardeş sahibi olmak, bende mutlaka izler bırakmıştır. Titizlikle hatta obsessiflikle eleştirildiğimde kendimi böyle savunuyorum:) 

21 Ağustos 2014 Perşembe

KUZENDEN ARKADAŞLIK TEKLİFİ ALMAK

Biliyorsunuz ders esnasında prof. istedi diye açıp, akıllı telefon almama inadından Kelimelik oynadığım tek mecra diye kapatmadığım bir  FB hesabım var. Gelen arkadaşlık isteklerine de gerçekten görüştüğüm biriyse onay verdim bu güne dek. 

Bugün, kuzenim FB yoluyla (Fenerbahçe değil, Facebook haliyle:) arkadaşlık isteği göndermiş bana. Onay verdikten sonra, bir süre ciddi ciddi düşündüm Gerçekten arkadaş mıyız?" diye. Kendisi, teyzemin kızı, benden 2 ay küçük. Anneannemlerde ortak kutlama yapıp fotoğraflanmışlığımız var 2 yaş hatırası. Aramızda, bu kadar az yaş farkı olmasına rağmen hep bir mesafe oldu. Dayımın kızlarıyla bizler yani kardeşlerim ve ben; gerçekten, paylaşarak, konuşarak, dilediğimizi çekinmeden söyleyerek, birbirimize kırılmadan geçen ve bu güne gelen bir ilişkimiz varken, tüm kuzenler onunla ilişkimizde çekimser kaldık. Verilen sırları ortalığa saçar, kendi sırlarının sımsıkı tutulacaklarından emin paylaşırdı. Kardeşleriyle bile aylar süren darılmaları, kırılmaları olurdu, rahmetli teyzem toparlardı durumu. Şimdi evin büyük çocuğu olarak kalmışken, toparlayacak bir anne de olmayınca durumu zorlaştı. 

Benim onunla ilişkimde de, hep rekabet hissettim, hissettirdi bana.Bu yazımda da belirttiğim gibi, kendisine başkalarını hedef alan, hırslı insanlardan uzak durmayı bilinçli olarak seçiyorum ben. Ben okula 1 yıl erken başladım, o 1 yıl sınıfta kaldı, aramızdaki uçurum arttı. Karnesinin zayıflarla dolu olduğuna bakmazsızın "Ne çok 9'un var." demişliği var mesela. Bir keresinde, bir yerlerden atlama oyunu oynarken ayağım burkulmuştu, ayağıma zeytin falan sarıldı şişlik geçsin diye.  İlgi de cabası. O da, eve seke seke gitti zeytin sardırmak için. O, kilolu bir çocuktu, ben uzun ve sıska. Eniştem, çalıştığı hastanede bizi tarttığında aynı kiloda çıkmıştık. 23:) Kemiklerim ağırlık yapmıştı:) Avucumuza yazılan sayıya bakıp eve kadar koşmuştu, "Ben de 23'üm !" diye. Bunların hepsi çocukluk ve ergenlik hırçınlıkları olarak gülüp geçebileceğim şeyler ama yetişkinliğin de sağlam temellere oturmasında etkililer. Büyüdüğünüzde de iyi ilişki kurmak için küçüklükte derin paylaşımlar şart akrabalar arasında, sonra zor oluyor. 

Belki sürekli bir kıyaslama vardı aile içinde ve olumsuz etkileri bize yansıyordu, bilmiyorum. Sürekli, aynı yaşta olmamıza rağmen, dışarı çıkmak için izinler, "Kalem Nasırı da sizinle gelecekse olur." şeklinde bir cümlenin sonunda veriliyordu hatırladığım. Onun kardeşini kıskanıp üzerine tükürüp kahkahalar attığı, benimse kardeşimi hiç kıskanmadığım; onun her alışverişte cama yapışıp bir şeyler istediği, benimse hiç bir şey talep etmediğim dile getiriliyordu. Sonra, o yetişkinliğinde, evlenip üniversite diplomasını köşeye koyup çocuk büyütmeyi seçti, bense sonuna kadar okumayı. Böyle böyle kıyaslar...


En son dayımın kızının nikahında bir araya geldiğimizde, daha samimi buldum onu. Kardeşimin tespiti geldi aklıma, evlenip çocuk sahibi olunca rekabette kendisini üstün sayıp rahatladığı yönünde. Sebep ne olursa olsun, sıcak ilişkiler iyi geliyor büyük aile içinde.