31 Aralık 2013 Salı

YAŞLI YILIN GENCİNE DEVİR TESLİMİ



Yaşlı ve eski yılın giderken ağladığı ile ilgili bir hikaye ya da masal vardı.Genç ve dinamik olansa üzerine yüklenen yükten dolayı  pek mutlu başlamıyordu yolculuğuna. 2013 giderken, 2014'ün ruh hali nedir bilinmez. Ayrıca, insanoğlunun 365 gün olmasında karar kıldığı bir yıllık zaman dilimi, farklı uzunlukta olsaydı (bunun yarısı ya da 2 katı) yeni yılla ilgili beklentilerin değişip değişmeyeceği de! Bir yılın iyi ya da kötü, hatta mükemmel ya da berbat geçmesi; her birey için kendine özgü. Sevdiklerimizi, sağlığımızı, mutluluğumuzu, huzurumuzu
kaybetmediğimiz ve bunlara bağlı pek çok olumlu durumu koruduğumuz yıllar belki hep özlemle anacağımız yıllar. Kayıplarla, özlemlerle dolu olanlarsa insanların bir an önce bitmesini umdukları. Değişen takvim yapraklarıyla bir şeylerin iyiye gideceği umudu...

Kayıpsız ve ayıpsız yeni bir yıl dileğiyle...

YAŞLI YILIN GENCİNE DEVİR TESLİMİ



Yaşlı ve eski yılın giderken ağladığı ile ilgili bir hikaye ya da masal vardı.Genç ve dinamik olansa üzerine yüklenen yükten dolayı  pek mutlu başlamıyordu yolculuğuna. 2013 giderken, 2014'ün ruh hali nedir bilinmez. Ayrıca, insanoğlunun 365 gün olmasında karar kıldığı bir yıllık zaman dilimi, farklı uzunlukta olsaydı (bunun yarısı ya da 2 katı) yeni yılla ilgili beklentilerin değişip değişmeyeceği de! Bir yılın iyi ya da kötü, hatta mükemmel ya da berbat geçmesi; her birey için kendine özgü. Sevdiklerimizi, sağlığımızı, mutluluğumuzu, huzurumuzu
kaybetmediğimiz ve bunlara bağlı pek çok olumlu durumu koruduğumuz yıllar belki hep özlemle anacağımız yıllar. Kayıplarla, özlemlerle dolu olanlarsa insanların bir an önce bitmesini umdukları. Değişen takvim yapraklarıyla bir şeylerin iyiye gideceği umudu...

Kayıpsız ve ayıpsız yeni bir yıl dileğiyle...

30 Aralık 2013 Pazartesi

BİR ŞEHİRDEN KURTULMAK


On yıl önce bugün, görev icabı atandığım ve yüksek lisans kazanmam sayesinde 15 aylığına ikametgahım olan soğuk, kurak ve insanlarını da kendisi kadar uzak bulduğum şehirden kurtuldum. Kelimenin tam anlamıyla "kurtulmak" çünkü ailenize, tüm sevdiklerinize ve o güne kadar değer verdiğiniz her şeye uzak kalmanıza neden olan bir yerden ayrılmak acayip bir ferahlama ve özgürlük hissi veriyor insana. Başka bir şehirde yaşam kurma tecrübesine uzak olmasam da, seçim bana ait olmayınca zor gelmişti alışmak, sevmek hatta kanıksamak. 

Zorunlu hizmet denen ve maalesef bu ülkede bir kuşağın başına gelip, öbür kuşağın affa uğradığı yanar döner zeminde bana da denk gelen terane yüzünden oradaydım, yıllar boyunca da kalmam söz konusu olabilirdi ama neyse ki "okumak" burada da kurtarıcı oldu.

Orada kaldığım dönemde, oradan kopup gitme arzumu paylaşan, aynı zorunluluktan orada bulunan iki yakın arkadaşımla hala devam ediyor ilişkimiz. Erkeklerin asker arkadaşlığı olarak yaşadığı tecrübeyi, biz de orada yaşadık çünkü. Kalmak istemediğiniz ama kalmak durumunda olduğunuz, tüm yakınlarınıza 24 saat mesafede olduğunuz, "........ değil de "Mars'a atansaydım, daha kolay adapte olurdum" dediğiniz bir yerde gerçek arkadaş bulmak çok değerli çünkü. 

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, hala 30 Aralık benim için aynı TİK'lerin son iki yılda yarattığı gibi erken gelen yeni yıl, bir bayram sayılır (Yeni yıl, çok da önem verdiğim bir kavram olduğundan değil, bir şeyler için milat olduğu için kullandığım bir tanım. Benim için önemli olan 1 Ocak = Babamın doğum günü). İlk yıllar, o şehrin adını hava durumlarında bile görmeye katlanamayan ben şimdi o kadar yoğun bir nefret hissetmiyorum ama hala kültür turu rotamda yer almaz!

İstediğimiz yer ve zamanda, istediğimiz insanlarla olabilmek ne kadar değerli! 


BİR ŞEHİRDEN KURTULMAK


On yıl önce bugün, görev icabı atandığım ve yüksek lisans kazanmam sayesinde 15 aylığına ikametgahım olan soğuk, kurak ve insanlarını da kendisi kadar uzak bulduğum şehirden kurtuldum. Kelimenin tam anlamıyla "kurtulmak" çünkü ailenize, tüm sevdiklerinize ve o güne kadar değer verdiğiniz her şeye uzak kalmanıza neden olan bir yerden ayrılmak acayip bir ferahlama ve özgürlük hissi veriyor insana. Başka bir şehirde yaşam kurma tecrübesine uzak olmasam da, seçim bana ait olmayınca zor gelmişti alışmak, sevmek hatta kanıksamak. 

Zorunlu hizmet denen ve maalesef bu ülkede bir kuşağın başına gelip, öbür kuşağın affa uğradığı yanar döner zeminde bana da denk gelen terane yüzünden oradaydım, yıllar boyunca da kalmam söz konusu olabilirdi ama neyse ki "okumak" burada da kurtarıcı oldu.

Orada kaldığım dönemde, oradan kopup gitme arzumu paylaşan, aynı zorunluluktan orada bulunan iki yakın arkadaşımla hala devam ediyor ilişkimiz. Erkeklerin asker arkadaşlığı olarak yaşadığı tecrübeyi, biz de orada yaşadık çünkü. Kalmak istemediğiniz ama kalmak durumunda olduğunuz, tüm yakınlarınıza 24 saat mesafede olduğunuz, "........ değil de "Mars'a atansaydım, daha kolay adapte olurdum" dediğiniz bir yerde gerçek arkadaş bulmak çok değerli çünkü. 

Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, hala 30 Aralık benim için aynı TİK'lerin son iki yılda yarattığı gibi erken gelen yeni yıl, bir bayram sayılır (Yeni yıl, çok da önem verdiğim bir kavram olduğundan değil, bir şeyler için milat olduğu için kullandığım bir tanım. Benim için önemli olan 1 Ocak = Babamın doğum günü). İlk yıllar, o şehrin adını hava durumlarında bile görmeye katlanamayan ben şimdi o kadar yoğun bir nefret hissetmiyorum ama hala kültür turu rotamda yer almaz!

İstediğimiz yer ve zamanda, istediğimiz insanlarla olabilmek ne kadar değerli! 


28 Aralık 2013 Cumartesi

BLOGGER'IN ACEMİSİ

Yayınlarımı düzenleyeyim derken, 24 Aralık 2013 tarihli "Kelime Oyunu, Oyunlara mı Geldi?" isimli yazımı yok ediverdim:( Geri getirme konusunda da acemi olunca, gül gibi yazım sizlere ömür! Dün bahsettiğim Murphy mi iş başında, bende sürmenaj olma durumu mu söz konusu biinmez. Sonuç olarak, yazı gitti,bir yerlerden geri getirebilirsem ne ala! Aynı içerikte başka bir yazı yazmak da içimden gelmedi, ilkiyle aynı duyguda olmaz fikrindeyim. Haber vereyim istedim.

BLOGGER'IN ACEMİSİ

Yayınlarımı düzenleyeyim derken, 24 Aralık 2013 tarihli "Kelime Oyunu, Oyunlara mı Geldi?" isimli yazımı yok ediverdim:( Geri getirme konusunda da acemi olunca, gül gibi yazım sizlere ömür! Dün bahsettiğim Murphy mi iş başında, bende sürmenaj olma durumu mu söz konusu biinmez. Sonuç olarak, yazı gitti,bir yerlerden geri getirebilirsem ne ala! Aynı içerikte başka bir yazı yazmak da içimden gelmedi, ilkiyle aynı duyguda olmaz fikrindeyim. Haber vereyim istedim.

27 Aralık 2013 Cuma

TİK, MURPHY VE ERKEN GELEN YENİ YILIM


Bugün, nihayet Tez İzleme Komitesi geldi çattı. Üç akademisyenin karşısında, şimdiye kadar yaptıklarınızı sunup, yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir havası yaratma olayı TİK:) Ben "Tik tak, tik tak, TİK yaklaştı" ruh haline bürüneli epey bir zaman olmuştu, kaygı ve yorgunluktan tez ile bir şey yazıp (ölçek maddeleri dışında) okuyamama durumu da!

Sabahın köründe başlayan iş yaşamından sonra tez hocası ile görüşmeye gitme, düzeltmeler ve düzenlemeler yapma, arada bir şeyler atıştırıp yaşamak için yemek yemeyi unutmama ve akşam sekize kadar süren seminere katılma dünün özeti değil hala! Üstüne geliştirdiğim ölçek ile ilgili günler öncesinden dönüt verseler çok makbule geçecek olan hocalarımın, dönütü dün geceye bırakma iyilikleri:( Üstüne yeni düzeltmeler, flash belleğimin kaybolduğunu fark etmem, yazıcımın kartuşunun rahmetli olması ve Murphy Kanunları! Aç uyuma da cabası!

Sabah da, üç saatlik uyku sonrası erkenden gidip fotokopi işleri için okula koşturma, hocalara sunulacak ikramları alma, tez için odayı ayarlama süreci. Sonra, hocanın gelip bilgisayarı ayarlamamış olduğumu söylemesi! Günler öncesinden, her zaman olduğu gibi sunu yapıp yapmayacağımı sorduğumda "hayır" yanıtı almıştım ama bugün hocam böyle bir şey hatırlamıyordu! Bizde, bir yanlış anlama problemi hasıl oldu bu aralar:( Diğer hoca da, ben ayarları yaparken sıkıldı! Zaten önlerinde ölçeğin çıktısını hazır ettiğim için, süreç boyunca açtığım sunuya göz ucuyla bile bakılmadı desem yeri, yani gerilmekle kaldım. Neyse, gergin başladığım süreç iyi bitti, ölçeği son haline getirdik sayılır. Altı ay sonra yine  TİK var, bu süreç doktora bitene kadar altı ayda bir devam edecek. Dilime pelesenk olan bir laf var:" Ben bitmeden, tezim bitsin!" 

DİPNOT/DERİN NOT(LAR):
-Doktoraya başlanmadan önce iki kere düşünülmeli. Aksi takdirde, başlanınca harcanan zamana ve emeğe acıyıp bırakılmıyor. Bir de başladığınız işi yarım bırakmama takıntınız varsa işiniz zor.
-Tek işiniz öğrencilik değilse, gün 24 saat olmamalı!
- Okumanın yaşı vardır.
- Bu yazıda kendimi çok açtım galiba:)!!!
-Sabah, başarılar dilemek için arayan aileme ve arkadaşlarıma minnettarım. İyi ki varlar:)))))
- Yılın bu dönemlerinde, bir jüri görmesem rahat edemiyorum iki yıldır:) Dolayısıyla, benim için yeni yıl erken gelmiş oldu yine!

TİK, MURPHY VE ERKEN GELEN YENİ YILIM


Bugün, nihayet Tez İzleme Komitesi geldi çattı. Üç akademisyenin karşısında, şimdiye kadar yaptıklarınızı sunup, yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir havası yaratma olayı TİK:) Ben "Tik tak, tik tak, TİK yaklaştı" ruh haline bürüneli epey bir zaman olmuştu, kaygı ve yorgunluktan tez ile bir şey yazıp (ölçek maddeleri dışında) okuyamama durumu da!

Sabahın köründe başlayan iş yaşamından sonra tez hocası ile görüşmeye gitme, düzeltmeler ve düzenlemeler yapma, arada bir şeyler atıştırıp yaşamak için yemek yemeyi unutmama ve akşam sekize kadar süren seminere katılma dünün özeti değil hala! Üstüne geliştirdiğim ölçek ile ilgili günler öncesinden dönüt verseler çok makbule geçecek olan hocalarımın, dönütü dün geceye bırakma iyilikleri:( Üstüne yeni düzeltmeler, flash belleğimin kaybolduğunu fark etmem, yazıcımın kartuşunun rahmetli olması ve Murphy Kanunları! Aç uyuma da cabası!

Sabah da, üç saatlik uyku sonrası erkenden gidip fotokopi işleri için okula koşturma, hocalara sunulacak ikramları alma, tez için odayı ayarlama süreci. Sonra, hocanın gelip bilgisayarı ayarlamamış olduğumu söylemesi! Günler öncesinden, her zaman olduğu gibi sunu yapıp yapmayacağımı sorduğumda "hayır" yanıtı almıştım ama bugün hocam böyle bir şey hatırlamıyordu! Bizde, bir yanlış anlama problemi hasıl oldu bu aralar:( Diğer hoca da, ben ayarları yaparken sıkıldı! Zaten önlerinde ölçeğin çıktısını hazır ettiğim için, süreç boyunca açtığım sunuya göz ucuyla bile bakılmadı desem yeri, yani gerilmekle kaldım. Neyse, gergin başladığım süreç iyi bitti, ölçeği son haline getirdik sayılır. Altı ay sonra yine  TİK var, bu süreç doktora bitene kadar altı ayda bir devam edecek. Dilime pelesenk olan bir laf var:" Ben bitmeden, tezim bitsin!" 

DİPNOT/DERİN NOT(LAR):
-Doktoraya başlanmadan önce iki kere düşünülmeli. Aksi takdirde, başlanınca harcanan zamana ve emeğe acıyıp bırakılmıyor. Bir de başladığınız işi yarım bırakmama takıntınız varsa işiniz zor.
-Tek işiniz öğrencilik değilse, gün 24 saat olmamalı!
- Okumanın yaşı vardır.
- Bu yazıda kendimi çok açtım galiba:)!!!
-Sabah, başarılar dilemek için arayan aileme ve arkadaşlarıma minnettarım. İyi ki varlar:)))))
- Yılın bu dönemlerinde, bir jüri görmesem rahat edemiyorum iki yıldır:) Dolayısıyla, benim için yeni yıl erken gelmiş oldu yine!

23 Aralık 2013 Pazartesi

SOYADINA SAHİP ÇIKMAK


                              
Türkiye'de 2000'li yılların başından itibaren kadınların eşlerinin soyadlarının yanısıra kendi soyadlarını da kullanma hakları var. Bu durum bana "ağza bir parmak bal çalmak" gibi gelmiştir hep. Açılan davalar olsa da (Avukat Ayten Ünal gibi), evli bir kadının eşinin soyadı olmaksızın kendi soyadını kullanabilmesi hala üst mahkemelerden döner durumda bu ülkede! Üstelik, dava için eşin onayının alınması da ayrı bir komedi!

Meseleyi bir erkeğin soyadını almayla ilgili takıntıya indirgeyenler, kadının evlenmeden önce kullandığı soyadının da yasal olarak çoğu ülkede bir erkeğe yani babaya ait olduğunu unutmuş durumdalar. Burada bir takıntıdan bahsedilecekse, insanın kendisine ait olanı koruma takıntısından (!) bahsedilebilir ancak! Kanun koyucuların ve uygulayıcıların çoğu erkek olduğu için kendilerine ait olandan vazgeçme ve kuyruk gibi bir başkasının soyadını- adı üstünde onun soyunun adı!- yüklenmenin ne demek olduğu konusunda empati yapmaktan uzaklar. Çoğu erkek de "Soyadımı almayacaksan benimle neden evleniyorsun?" sorusu etrafında gezinip duygu sömürüsüne gitmekte!

Daha çok küçükken, 13 yaş civarı kafaya taktığım bir sorundu, yıllar geçti durum hala değişmedi. Bu konunun getirdiği mağduriyetler de var. Örneğin; yıllar önce üniversite rektörlerinin yayınları ile ilgili bir liste hazırlandığında o zamanki Boğaziçi Üniversitesi rektörünün hiç yayın yapmadığı iddiası yayınlanmıştı gazetelerde. Daha sonra kadıncağızın tüm yayınlarını evlenmeden önceki soyadıyla yaptığı ortaya çıkmıştı. Tüm yaptıkları, yazdıkları, emekleri bir soyadı değişikliğiyle çöpe gidivermişti! 

Tüm bunlar üzerinde kafa yorarken, bugün bir gazetede eşlerinin soyadını alan erkeklerin listesine rastladım.Bizde de Özer (Uçuran) Çiller örneği mevcut. Gazetedeki isimler, ya kendi soyadının yanına almışlar yenisini ya da hepten vazgeçmişler kendilerinden olandan. Bir kadın olarak belki jest gibi gelmiştir eşlerine ama kendisine ait bir şeylerden bu kadar kolay vazgeçmek, eşlerden de bir o kadar kolay vazgeçilebileceğinin işareti değil mi?


SOYADINA SAHİP ÇIKMAK


                              
Türkiye'de 2000'li yılların başından itibaren kadınların eşlerinin soyadlarının yanısıra kendi soyadlarını da kullanma hakları var. Bu durum bana "ağza bir parmak bal çalmak" gibi gelmiştir hep. Açılan davalar olsa da (Avukat Ayten Ünal gibi), evli bir kadının eşinin soyadı olmaksızın kendi soyadını kullanabilmesi hala üst mahkemelerden döner durumda bu ülkede! Üstelik, dava için eşin onayının alınması da ayrı bir komedi!

Meseleyi bir erkeğin soyadını almayla ilgili takıntıya indirgeyenler, kadının evlenmeden önce kullandığı soyadının da yasal olarak çoğu ülkede bir erkeğe yani babaya ait olduğunu unutmuş durumdalar. Burada bir takıntıdan bahsedilecekse, insanın kendisine ait olanı koruma takıntısından (!) bahsedilebilir ancak! Kanun koyucuların ve uygulayıcıların çoğu erkek olduğu için kendilerine ait olandan vazgeçme ve kuyruk gibi bir başkasının soyadını- adı üstünde onun soyunun adı!- yüklenmenin ne demek olduğu konusunda empati yapmaktan uzaklar. Çoğu erkek de "Soyadımı almayacaksan benimle neden evleniyorsun?" sorusu etrafında gezinip duygu sömürüsüne gitmekte!

Daha çok küçükken, 13 yaş civarı kafaya taktığım bir sorundu, yıllar geçti durum hala değişmedi. Bu konunun getirdiği mağduriyetler de var. Örneğin; yıllar önce üniversite rektörlerinin yayınları ile ilgili bir liste hazırlandığında o zamanki Boğaziçi Üniversitesi rektörünün hiç yayın yapmadığı iddiası yayınlanmıştı gazetelerde. Daha sonra kadıncağızın tüm yayınlarını evlenmeden önceki soyadıyla yaptığı ortaya çıkmıştı. Tüm yaptıkları, yazdıkları, emekleri bir soyadı değişikliğiyle çöpe gidivermişti! 

Tüm bunlar üzerinde kafa yorarken, bugün bir gazetede eşlerinin soyadını alan erkeklerin listesine rastladım.Bizde de Özer (Uçuran) Çiller örneği mevcut. Gazetedeki isimler, ya kendi soyadının yanına almışlar yenisini ya da hepten vazgeçmişler kendilerinden olandan. Bir kadın olarak belki jest gibi gelmiştir eşlerine ama kendisine ait bir şeylerden bu kadar kolay vazgeçmek, eşlerden de bir o kadar kolay vazgeçilebileceğinin işareti değil mi?


22 Aralık 2013 Pazar

RÜYADAKİ TAMLAMA: MOR RUGAN TOPUKLU AYAKKABI

Bir rüya gördüğünde bunu başkalarına anlatıp, "Hayırdır inşallah" demesini bekleyenlere, rüya tabiri kitabı alıp hatırladıkları her rüyanın ne anlama geldiğini araştıranlara garip bakmışımdır hep. Rüyaların bir kısmının geleceğe dair işaretler verdiğine, bir kısmının ise günlük hayatta bizi etkisi alan, sorun çıkaran ya da mutluluk veren olayların yansıması olduğuna inanırım. Aldığım eğitim icabı, Sigmund Freud'u da yok saymam ama pek çok insan gibi rüyaları hayatın merkezi yapmayı da benimsemem. 

Bugün nette dolaşırken, gördüğüm ayakkabı fotoları dün gece gördüğüm rüyayı hatırlattı. Sabah kalktığımda esamesi bile olmayan rüya, bir fotoğrafla gün yüzüne çıktı. Hayatı boyunca bir kaç kere topuklu ayakkabı giyen ben (o da zorunluluktan!), mürdüme çalan alçak topuk stiletto mor rugan bir ayakkabıyı  çok ucuza bulduğum için denedim rüyamda. "Pantolonun altına giysem nasıl olur?" diye de sorguladım ayrıca:). Sayfamın renginden de anlaşılacağı üzere moru severim (kendi seçimimizle moraralım!), mürdüm en sevdiğim tonlarındandır, önü kapalı ayakkabı giyerim ama rugan ve topuklu kısmından genelde uzak dururum. Arama motorlarına farklı başlıklar yazıp bunları araştıran birilerinin olup olmadığını araştırmayı da sevdiğimden  ve ilk kez rüyamdaki abukluğu meraktan "rüyada mor topuklu ayakkabı görmek" gibi abuk bir içerik yazıp araştırdım rüyamı. Kıssadan hisse, nereden nereye, asla yapmayacağım dediğimiz şeyleri de yapabiliyoruz bazen:)

RÜYADAKİ TAMLAMA: MOR RUGAN TOPUKLU AYAKKABI

Bir rüya gördüğünde bunu başkalarına anlatıp, "Hayırdır inşallah" demesini bekleyenlere, rüya tabiri kitabı alıp hatırladıkları her rüyanın ne anlama geldiğini araştıranlara garip bakmışımdır hep. Rüyaların bir kısmının geleceğe dair işaretler verdiğine, bir kısmının ise günlük hayatta bizi etkisi alan, sorun çıkaran ya da mutluluk veren olayların yansıması olduğuna inanırım. Aldığım eğitim icabı, Sigmund Freud'u da yok saymam ama pek çok insan gibi rüyaları hayatın merkezi yapmayı da benimsemem. 

Bugün nette dolaşırken, gördüğüm ayakkabı fotoları dün gece gördüğüm rüyayı hatırlattı. Sabah kalktığımda esamesi bile olmayan rüya, bir fotoğrafla gün yüzüne çıktı. Hayatı boyunca bir kaç kere topuklu ayakkabı giyen ben (o da zorunluluktan!), mürdüme çalan alçak topuk stiletto mor rugan bir ayakkabıyı  çok ucuza bulduğum için denedim rüyamda. "Pantolonun altına giysem nasıl olur?" diye de sorguladım ayrıca:). Sayfamın renginden de anlaşılacağı üzere moru severim (kendi seçimimizle moraralım!), mürdüm en sevdiğim tonlarındandır, önü kapalı ayakkabı giyerim ama rugan ve topuklu kısmından genelde uzak dururum. Arama motorlarına farklı başlıklar yazıp bunları araştıran birilerinin olup olmadığını araştırmayı da sevdiğimden  ve ilk kez rüyamdaki abukluğu meraktan "rüyada mor topuklu ayakkabı görmek" gibi abuk bir içerik yazıp araştırdım rüyamı. Kıssadan hisse, nereden nereye, asla yapmayacağım dediğimiz şeyleri de yapabiliyoruz bazen:)

21 Aralık 2013 Cumartesi

TALİH KUŞU, KLİŞELER VE İSTİSNA

Yeni yıl yaklaşırken piyango ile ilgili haberler, "Büyük ikramiye size çıksa ne yaparsınız?" soruları, daha önce piyango kazandırmış gişeler ve önlerindeki kuyruklar, bu ikramiye ile kaç yat, kaç kat alabileceğiniz hesapları... Her yıl bıkmadan, usanmadan önümüze sürülen temcit pilavı klişeler...

Bu yıl, tüm klişeleri alt üst eden biri çıktı neyse ki. Şov programlarına konuk olan, 1 yılda 120 bin liralık bilet alıp 20 bin lira kazanmış ve büyük ikramiye kazanana kadar bilet almaya niyetli olan uçuk tipten bahsetmiyorum.

İlham kaynağım, Kanada'da kendisine çıkan 40 milyon doları yaşadığı bölgedeki kanserle ilgili araştırma yapan bir kuruma bağışlayan adam. Eşini iki yıl önce kanserden kaybetmiş ve açıklaması da gayet net: "Benim 40 milyon dolara ihtiyacım yok." Paranın her şeyi satın alamayacağını ve kaybettiğimiz sevdiklerimizi bizim dışımızdakilere de unutturmamanın yolları olduğunu o kadar net anlatmış ki! Belki eşini kaybetmese aynı duyarlılığı gösteremeyecek, birlikte dünyayı gezme, gayrimenkul satın alma planları yapacaklardı kim bilir?! Şimdi, yaptığı yardımla bir sürü kanser hastasının gelecek planları yapabilmesinin önünü açmış oldu, darısı bilet alanların başına!

TALİH KUŞU, KLİŞELER VE İSTİSNA

Yeni yıl yaklaşırken piyango ile ilgili haberler, "Büyük ikramiye size çıksa ne yaparsınız?" soruları, daha önce piyango kazandırmış gişeler ve önlerindeki kuyruklar, bu ikramiye ile kaç yat, kaç kat alabileceğiniz hesapları... Her yıl bıkmadan, usanmadan önümüze sürülen temcit pilavı klişeler...

Bu yıl, tüm klişeleri alt üst eden biri çıktı neyse ki. Şov programlarına konuk olan, 1 yılda 120 bin liralık bilet alıp 20 bin lira kazanmış ve büyük ikramiye kazanana kadar bilet almaya niyetli olan uçuk tipten bahsetmiyorum.

İlham kaynağım, Kanada'da kendisine çıkan 40 milyon doları yaşadığı bölgedeki kanserle ilgili araştırma yapan bir kuruma bağışlayan adam. Eşini iki yıl önce kanserden kaybetmiş ve açıklaması da gayet net: "Benim 40 milyon dolara ihtiyacım yok." Paranın her şeyi satın alamayacağını ve kaybettiğimiz sevdiklerimizi bizim dışımızdakilere de unutturmamanın yolları olduğunu o kadar net anlatmış ki! Belki eşini kaybetmese aynı duyarlılığı gösteremeyecek, birlikte dünyayı gezme, gayrimenkul satın alma planları yapacaklardı kim bilir?! Şimdi, yaptığı yardımla bir sürü kanser hastasının gelecek planları yapabilmesinin önünü açmış oldu, darısı bilet alanların başına!

20 Aralık 2013 Cuma

AYNI OLAY VE İKİ AYRI PENCERE

Ülke gündemi, son bir kaç gündür siyasi açıdan daha da hareketli malumunuz. Her zaman gündemin sıkça değiştiği, bir öncekine alışamadan önümüze taze haberlerin sunulmasına milletçe alışkınız.

Olayların ortaya çıkışı, geçmişi, geleceği vesaire zaten takip eden, okuyan, izleyen herkesin konuştuğu, yazdığı şeyler. Ben ortada bir haber bombası olduğunda, bunun medyaya yansıma tarzını takip etmeye bayılıyorum. O partiye sempati duyan gazete ve televizyonların, diğer partiye yönelik yaptığı haberleri ve tam tersini takip etmek çok heyecanlı geliyor bana. Ortada tek gerçek varken, olayı farklı tarafların nasıl kendilerine yonttuklarını, haberlerde kullanılan resimler/görüntüler aynı olsa da altlarının farklı doldurulmasını keyifle ve merakla takip ediyorum. Bu şekilde, satır aralarını doldurup resmin bütününe daha çok hakim olabilirim gibi geliyor. Bir yandan da, medyanın güvenilmez yüzünü ve olaylara tek taraflı bakmanın nasıl yanıltıcı olabileceğini de görüyorum.

Yukarıda bahsettiğim olayın her iki yüzünü öğrenme ilkesini, iş ve arkadaş çevremde de uygulamanın yararlarını gördüm şimdiye kadar. Her iki taraf arasında sorun varsa ya da biri bir başkası hakkında konuşuyorsa; konuşamadıkları, anlaşamadıkları noktalar olayı tek tek anlattıklarında daha net ortaya çıkıyor ve resmin bütününü görme şansı, bazen arabuluculuk yapma ve her zaman gerçeği tam olarak öğrenme şansı veriyor.

AYNI OLAY VE İKİ AYRI PENCERE

Ülke gündemi, son bir kaç gündür siyasi açıdan daha da hareketli malumunuz. Her zaman gündemin sıkça değiştiği, bir öncekine alışamadan önümüze taze haberlerin sunulmasına milletçe alışkınız.

Olayların ortaya çıkışı, geçmişi, geleceği vesaire zaten takip eden, okuyan, izleyen herkesin konuştuğu, yazdığı şeyler. Ben ortada bir haber bombası olduğunda, bunun medyaya yansıma tarzını takip etmeye bayılıyorum. O partiye sempati duyan gazete ve televizyonların, diğer partiye yönelik yaptığı haberleri ve tam tersini takip etmek çok heyecanlı geliyor bana. Ortada tek gerçek varken, olayı farklı tarafların nasıl kendilerine yonttuklarını, haberlerde kullanılan resimler/görüntüler aynı olsa da altlarının farklı doldurulmasını keyifle ve merakla takip ediyorum. Bu şekilde, satır aralarını doldurup resmin bütününe daha çok hakim olabilirim gibi geliyor. Bir yandan da, medyanın güvenilmez yüzünü ve olaylara tek taraflı bakmanın nasıl yanıltıcı olabileceğini de görüyorum.

Yukarıda bahsettiğim olayın her iki yüzünü öğrenme ilkesini, iş ve arkadaş çevremde de uygulamanın yararlarını gördüm şimdiye kadar. Her iki taraf arasında sorun varsa ya da biri bir başkası hakkında konuşuyorsa; konuşamadıkları, anlaşamadıkları noktalar olayı tek tek anlattıklarında daha net ortaya çıkıyor ve resmin bütününü görme şansı, bazen arabuluculuk yapma ve her zaman gerçeği tam olarak öğrenme şansı veriyor.

19 Aralık 2013 Perşembe

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(

ALZHEIMER : "İNSAN HİÇ ÇOCUĞUNUN ADINI UNUTUR MU?"


Bugün haftalık rutin tez görüşmem için üniversiteye gittiğimde, hocamın beni ders yapamayacağımızı haberdar etmediği gerçeğiyle yüzleştim. O,  e-posta aracılığıyla yazışırken görüşme yapamayacağımızı satır arasında belirttiğini düşünüyordu, bense böyle bir ima sezmemiştim. Uzun lafın kısası, tez görüşmesi yerine hocamın lisans öğrencileri ile Topluma Hizmet Uygulamaları dersi kapsamında hazırladığı panele katıldım, okula boşu boşuna giymemiş oldum yani. 

Panel, Alzheimer üzerineydi ve panelistler, bir psikolog, bir PDR lisans öğrencisi, şehirdeki Alzheimer Derneği sorumlusu bir profesör ve babası bu hastalıkla mücadele eden bir hasta yakını idi. 

Alzeimer'ın, 2050'de 70-75 milyon kişinin baş belası olacağı, Türkiye'nin risk altındaki 4. ülke olduğu, kadınların ömrü daha uzun olduğu için erkeklerden daha fazla bu hastalığa yakalandıkları, küçük unutkanlıkları geçiştirmeMEmiz gerektiği, "beynimizi şaşırtmak" gerektiği (rutinin dışına çıkmak, bir enstrüman çalmaya başlamak, bir dil öğrenmek, hep çözdüğümüz ve ezberlediğimiz bulmacalar yerine sudoku gibi bizi zorlayanlara yönelmek gibi), her 5 yıllık ömür artışında Alzheimer riskinin de 2 kat arttığı (65 yaşta %10 ise 70 yaşta %20 gibi), yaşlıların sürekli yer değiştirmelerinin hastalığı tetiklediği ( 1 ay bir çocukta, diğer ay öbüründe kalmak gibi), toplumumuzda insanların sırf "Bir anne-babasına bakamadı" türünden bir mahalle baskısı ile Alzheimer olan yakınlarına bakma baskısı altında olup iyi bakım veren Alzheimer ile ilgili kurumlardan kaçındıkları gibi çarpıcı gerçeklerle yüzleştik öğretim üyeleri, öğrenciler ve yakınları Alzheimer olan dinleyeciler olarak bizler. 

Günün en can alıcı kısımlarından biri, daha ilk dakikada panelist hasta yakınının gözyaşlarını tutamadan konuşmaya çalışmasıydı. Bir diğeri ise, psikoloğun 9 yaşındaki kızı ile dün gece yaşadığı diyaloğu anlatmasıydı. Annesinin bu hastalık ile ilgili okuduğu kitaba göz atmış ve bir hastanın çocuğunun adını unuttuğunu öğrenmiş, annesine dönüp başlıktaki soruyu sormuş. Anne de, günün birinde Alzheimer olursa onun adını unutabileceğini ama yüreğinde mutlaka onunla ilgili anıların kalacağını anlatmış, ağlamışlar. 


Galiba, kendimizin ya da yakınlarımızın başına gelmesinden en çok korktuğumuz şey, hastalığın adı ne olursa olsun günün birinde kendimizi, sevdiklerimizi, anılarımızı, Alzheimer'da olduğu gibi temel becerilerimizi, bizi biz yapan her şeyi unutmak ya da gözümüzün önünde sevdiğimizi birinin/ birilerinin tüm bunları unutması. Unutmak, işimize gelmeyenleri biz istediğimizde gerçekleşirse müthiş bir güç. Birden bire her şeyi unutma ihtimali ise bir kabus:(

18 Aralık 2013 Çarşamba

NAZAR BAHANE, BOYNUZ ŞAHANE

Kendisini iki ayrı oyuncu ile aldattığını bildiği eşinin aldatmasını, Facebook'a koyduğu aile fotoğraflarına nazar değmesi olarak değerlendiren bir kadının haberi var bugün gazetelerde. Uzun zamandır, magazin gündemini meşgul eden kocacığının aldatmasını nazara bağlayıp sayfasından kaldırdığı aile resimlerinin yerine nazar boncuğu kondurmuş kadın ve asla boşanmayacağını da eklemiş!

Ekonomik özgürlüğü olmayan, çekip gitmek istediğinde ailesinin kol kanat germediği kadınların, sorunlu erkekleri ve evlilikleri sineye çekip evliliği sürdürme çabalarını anlamaya çalışmak daha kolay. Bu durumda bile kendine bir iş bulup hayatını kendi yoluna koyma şansı mevcut. Anlamakta asıl güçlük çektiklerim ise, çekip gitme gücü olsa da gitmeyen kadınlar. Sevilmediğini, önemsenmediğini, hep yedekte başkalarının olacağını bile bile adama toz kondurmamak, maddi olanaklardan, adamın soyadından, çevresinden, alışkanlıklarından vazgeçmemek... İlk grup kadın ne kadar acıma hissi uyandırıyorsa bende, ikincisi için  aynı derecede tiksinti duyuyorum. Kendilerini kandıran/aldatan adamlardan daha çok kendilerini kandırdıkları, çoğu bunu marifet görüp yedi düvele anlatıp meşrulaştırmaya çalıştıkları için... "Nikahımı vermem" deyip gururlarını, onurlarını değmeyen biri uğruna telef ettikleri için...


DİPNOT/ DERİN NOT:Yazının çıkış noktası bir kadın ama bu örnekler, erkekler arasında da mevcut maalesef!

NAZAR BAHANE, BOYNUZ ŞAHANE

Kendisini iki ayrı oyuncu ile aldattığını bildiği eşinin aldatmasını, Facebook'a koyduğu aile fotoğraflarına nazar değmesi olarak değerlendiren bir kadının haberi var bugün gazetelerde. Uzun zamandır, magazin gündemini meşgul eden kocacığının aldatmasını nazara bağlayıp sayfasından kaldırdığı aile resimlerinin yerine nazar boncuğu kondurmuş kadın ve asla boşanmayacağını da eklemiş!

Ekonomik özgürlüğü olmayan, çekip gitmek istediğinde ailesinin kol kanat germediği kadınların, sorunlu erkekleri ve evlilikleri sineye çekip evliliği sürdürme çabalarını anlamaya çalışmak daha kolay. Bu durumda bile kendine bir iş bulup hayatını kendi yoluna koyma şansı mevcut. Anlamakta asıl güçlük çektiklerim ise, çekip gitme gücü olsa da gitmeyen kadınlar. Sevilmediğini, önemsenmediğini, hep yedekte başkalarının olacağını bile bile adama toz kondurmamak, maddi olanaklardan, adamın soyadından, çevresinden, alışkanlıklarından vazgeçmemek... İlk grup kadın ne kadar acıma hissi uyandırıyorsa bende, ikincisi için  aynı derecede tiksinti duyuyorum. Kendilerini kandıran/aldatan adamlardan daha çok kendilerini kandırdıkları, çoğu bunu marifet görüp yedi düvele anlatıp meşrulaştırmaya çalıştıkları için... "Nikahımı vermem" deyip gururlarını, onurlarını değmeyen biri uğruna telef ettikleri için...


DİPNOT/ DERİN NOT:Yazının çıkış noktası bir kadın ama bu örnekler, erkekler arasında da mevcut maalesef!

17 Aralık 2013 Salı

RENKLERİN DİLİ:TÜRKÇE


Sararmak, kızarmak, kızarıp bozarmak, alı al moru mor olmak, morarmak, yeşillenmek, kırlaşmak, kül rengine dönmek, kararmak, karalar bağlamak, saçları beyazlamak, ak düşmek ... Durumuzu anlatırken ne kadar da çok- aklıma gelmeyenler de vardır mutlaka!- yararlanıyoruz renklerden. Sıfat olarak kullanmanın yanında fiillerimiz de renklenmiş durumda. Türkçe zaten renkli, lastikli, eğlenceli bir dil. Dilbilimciler tarafından da matematiksel kuralları olduğu ( "Ğ harfi ile başlayan sözcük yoktur" deniyorsa gerçekten yoktur, İngilizce gibi istisnalarla dolu değildir mesela!) için de mükemmel bir dil kabul edilir ayrıca. 
Başka yabancı dilleri öğrendiğinizde aksanınızdan yabancı olduğunuz anlaşılmayabilir ama Türkçe, her zaman kendine aşina olmayanı ele verir, yabancılığınızı yüzünüze vurur. Bu dile tam anlamıyla hakim olabilmek için nüansları (Yeni öneri, "ayrım" mıydı? "Nüans" kadar anlatmıyor derdimizi!) bilmek, dilin renklerine de  halim olmak gerekiyor. Aksi takdirde, renklerin diline, Türkçe'ye  yabancı kalmak işten değil.

DİPNOT/ DERİN NOT: BLOĞUMU DA FAVORİ RENGİMLE RENKLENDİRDİM, MORARDIM:)

RENKLERİN DİLİ:TÜRKÇE


Sararmak, kızarmak, kızarıp bozarmak, alı al moru mor olmak, morarmak, yeşillenmek, kırlaşmak, kül rengine dönmek, kararmak, karalar bağlamak, saçları beyazlamak, ak düşmek ... Durumuzu anlatırken ne kadar da çok- aklıma gelmeyenler de vardır mutlaka!- yararlanıyoruz renklerden. Sıfat olarak kullanmanın yanında fiillerimiz de renklenmiş durumda. Türkçe zaten renkli, lastikli, eğlenceli bir dil. Dilbilimciler tarafından da matematiksel kuralları olduğu ( "Ğ harfi ile başlayan sözcük yoktur" deniyorsa gerçekten yoktur, İngilizce gibi istisnalarla dolu değildir mesela!) için de mükemmel bir dil kabul edilir ayrıca. 
Başka yabancı dilleri öğrendiğinizde aksanınızdan yabancı olduğunuz anlaşılmayabilir ama Türkçe, her zaman kendine aşina olmayanı ele verir, yabancılığınızı yüzünüze vurur. Bu dile tam anlamıyla hakim olabilmek için nüansları (Yeni öneri, "ayrım" mıydı? "Nüans" kadar anlatmıyor derdimizi!) bilmek, dilin renklerine de  halim olmak gerekiyor. Aksi takdirde, renklerin diline, Türkçe'ye  yabancı kalmak işten değil.

DİPNOT/ DERİN NOT: BLOĞUMU DA FAVORİ RENGİMLE RENKLENDİRDİM, MORARDIM:)

16 Aralık 2013 Pazartesi

REENKARNASYON VE ÇİN İLİŞKİSİ

Başlığa bakınca bağlantının hemen kurulması zor gibi. Geçenlerde "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında reenkarnasyon ile yeniden dünyaya gelmenin yasalarla resmi olarak yasaklandığı ülke soruluyordu ve yanıtı da Çin'di. Nüfus o kadar fazla ki, insancıkların öldükten sonra yeniden vücut bulup dünyayı işgal etmelerine resmi makamlarca kafa yorulmuş, çözüm olarak da yeniden doğuşa yasak koymada karar kılınmış bence. 
Bizde ise, resmi makamlarca 3 çocuk (en son söylemlerde sayı 5'i buldu!) dayatması, teşviki, tavsiyesi- adını ne koyarsak o-yüzünden nüfusumuzun alıp başını gitmesi hedefleniyor. Okuma-yazma bilmeyen ama zorunlu eğitimle zorunlu diploma sahibi, işsiz, mutsuz bir kalabalık! Kim, bu doğacak çocuklara ne kalitede, nasıl bir yaşam sunacak bunun hesabı ise önemli değil, yeter ki üreyelim, pıtrak gibi çoğalıp dünyaya yayılalım! Sonra işimize gelmezse, eğitim sistemimizde yaptığımız gibi yeni kararlar alıp azalmanın yollarını buluruz. Belki günün birinde o kadar artar ki nüfusumuz, bizde de benzeri bir yasa çıkar, reenkarnasyonu tümüyle yasaklarız ya da 3 kereden fazla olmasını engelleriz, başbakan her konuşmasında "Bu dünyaya 3 kereden fazla gelmeyin vatandaşlarım" buyurur:)

REENKARNASYON VE ÇİN İLİŞKİSİ

Başlığa bakınca bağlantının hemen kurulması zor gibi. Geçenlerde "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasında reenkarnasyon ile yeniden dünyaya gelmenin yasalarla resmi olarak yasaklandığı ülke soruluyordu ve yanıtı da Çin'di. Nüfus o kadar fazla ki, insancıkların öldükten sonra yeniden vücut bulup dünyayı işgal etmelerine resmi makamlarca kafa yorulmuş, çözüm olarak da yeniden doğuşa yasak koymada karar kılınmış bence. 
Bizde ise, resmi makamlarca 3 çocuk (en son söylemlerde sayı 5'i buldu!) dayatması, teşviki, tavsiyesi- adını ne koyarsak o-yüzünden nüfusumuzun alıp başını gitmesi hedefleniyor. Okuma-yazma bilmeyen ama zorunlu eğitimle zorunlu diploma sahibi, işsiz, mutsuz bir kalabalık! Kim, bu doğacak çocuklara ne kalitede, nasıl bir yaşam sunacak bunun hesabı ise önemli değil, yeter ki üreyelim, pıtrak gibi çoğalıp dünyaya yayılalım! Sonra işimize gelmezse, eğitim sistemimizde yaptığımız gibi yeni kararlar alıp azalmanın yollarını buluruz. Belki günün birinde o kadar artar ki nüfusumuz, bizde de benzeri bir yasa çıkar, reenkarnasyonu tümüyle yasaklarız ya da 3 kereden fazla olmasını engelleriz, başbakan her konuşmasında "Bu dünyaya 3 kereden fazla gelmeyin vatandaşlarım" buyurur:)

15 Aralık 2013 Pazar

AKLA ZİYAN İŞTİGALLER-!!

Ne yiyeceğine, ne giyeceğine, kimlerle nasıl ilişki kuracağına, kaç kilo alıp kaç kilo vereceğine, hangi işlerde kimlerle çalışacağına, hayatına kimleri alıp kimleri hayatının dışında bırakacağına, bitireceği okullara, öğrenmesi gerekenlere ve tüm bunların doğru zamanlamasına karar veremeyen ademoğulları! Düşünmeyin, taşınmayın hatta kendi kendinize kaşınmayın bile!Tüm bunlara sizin için "Yaşam Koç"unuz karar versin, uygulaması size düşsün. O da size verdiği akılla, Ferrari'sini Satan Bilge'nin arabayı satış hikayesini anlattığı kitabının geliriyle gıcır gıcır yeni arabalar alabilmesi misali köşeyi dönsün! O olmazsa sizler birer köşe yastığısınız ya zaten:)

AKLA ZİYAN İŞTİGALLER-!!

Ne yiyeceğine, ne giyeceğine, kimlerle nasıl ilişki kuracağına, kaç kilo alıp kaç kilo vereceğine, hangi işlerde kimlerle çalışacağına, hayatına kimleri alıp kimleri hayatının dışında bırakacağına, bitireceği okullara, öğrenmesi gerekenlere ve tüm bunların doğru zamanlamasına karar veremeyen ademoğulları! Düşünmeyin, taşınmayın hatta kendi kendinize kaşınmayın bile!Tüm bunlara sizin için "Yaşam Koç"unuz karar versin, uygulaması size düşsün. O da size verdiği akılla, Ferrari'sini Satan Bilge'nin arabayı satış hikayesini anlattığı kitabının geliriyle gıcır gıcır yeni arabalar alabilmesi misali köşeyi dönsün! O olmazsa sizler birer köşe yastığısınız ya zaten:)

13 Aralık 2013 Cuma

KARTOPU ETKİSİ

Olay İstanbul'da geçiyor. 11 yaşındaki bir çocuk, arkadaşlarıyla kartopu oynarken bir taksinin camına kartopu atıyor. Bu duruma sinirlenen taksici, çocuğu kovalamaya başlıyor, çocuk ana caddeye kaçıyor, bir arabanın altında kalıp can veriyor. Taksici ve kazayı yapan aracın şoförü kayıplara karışıyor.

Haberleri izlerken, haber metnini sonuna henüz gelinmemişken sırf oyun uğruna taksicinin camına atılan kartopunun adamın da kaza yapmasına yol açabileceği, adamın kartopuna kızmasının çok da yadırganmayacak bir şey olduğunu düşünürken yakaladım kendimi. Bir yere ulaşmak üzere karda kışta yollara düşmüşken, herhangi birimize kartopu atılsa zıvanadan çıkabilme potansiyelimiz var, öfke eşiğimiz o düzeylere düşebiliyor doğa koşullarına göre.

Haber aktıkça, ezilen çocuğun ardından koşan taksicinin ve çocuğu ezen şoförün topuklayıp kaçması, kamera görüntülerinden polis tarafından halen aranıyor olmaları ise; vicdanlarının da kartopu gibi eriyip gittiğini dank ettirdi. Biri kabaran öfkesine, diğeri hız tutkusuna yenilip birinin ölümüne sebebiyet verdi sonuçta ama olaydan kaçtıkları gibi vicdan azaplarından kaçamazlar umarım.O da öfkeleri ve hızları gibi kartopu etkisiyle çoğalır ve altında kalırlar!

KARTOPU ETKİSİ

Olay İstanbul'da geçiyor. 11 yaşındaki bir çocuk, arkadaşlarıyla kartopu oynarken bir taksinin camına kartopu atıyor. Bu duruma sinirlenen taksici, çocuğu kovalamaya başlıyor, çocuk ana caddeye kaçıyor, bir arabanın altında kalıp can veriyor. Taksici ve kazayı yapan aracın şoförü kayıplara karışıyor.

Haberleri izlerken, haber metnini sonuna henüz gelinmemişken sırf oyun uğruna taksicinin camına atılan kartopunun adamın da kaza yapmasına yol açabileceği, adamın kartopuna kızmasının çok da yadırganmayacak bir şey olduğunu düşünürken yakaladım kendimi. Bir yere ulaşmak üzere karda kışta yollara düşmüşken, herhangi birimize kartopu atılsa zıvanadan çıkabilme potansiyelimiz var, öfke eşiğimiz o düzeylere düşebiliyor doğa koşullarına göre.

Haber aktıkça, ezilen çocuğun ardından koşan taksicinin ve çocuğu ezen şoförün topuklayıp kaçması, kamera görüntülerinden polis tarafından halen aranıyor olmaları ise; vicdanlarının da kartopu gibi eriyip gittiğini dank ettirdi. Biri kabaran öfkesine, diğeri hız tutkusuna yenilip birinin ölümüne sebebiyet verdi sonuçta ama olaydan kaçtıkları gibi vicdan azaplarından kaçamazlar umarım.O da öfkeleri ve hızları gibi kartopu etkisiyle çoğalır ve altında kalırlar!